Aradıklarımızı bulmaya her yaklaştığımızda o karıncalı sızı bizi tekrardan ziyaret edecektir onu bulana kadarda tüylerimiz hiçbir zaman diken diken olamadan geçip duracağız istasyonlardan. Kimine göre bu ilhamdır kimine göre ise hatırlama, en nihayetinden ikisinin de geldiği yer olan zihnin soluk kısımları kanısındayım ve bunu da genişletmeye çalışacağım bu yazımda, işte tıkanıklığı açacak çözelti orada gizli diyeceğim sonunda.



Günlük yaşantımızda her zaman kayıt halinde zihnimiz, acaba nereye döküyor bir dakika öncesini de odaklanabiliyoruz şimdiye? Burada bilimsel bir konuyla değil de daha çok tıkanıklığa girmiş yazı çabasını açıklamaya ve onu çözmeye çalışacağım. Ki başlangıç sorumdan da anlaşılacağı gibi günlük hayattan yola çıkacağım ilk başta çünkü her ne kadar kurgu yazısı da olsa onun nihai kaynağının gerçeklikten geldiğine inanarak onu dönüştürme şeklimiz ile adlandırdığımız kanısındayım. Uçan atların dünyasına, canavarlara, kıyamet senaryolarına baktığımız gibi bir cinayete de bakıyoruzdur; bu sadece bazısını kimi okuyucuların deneyimleyebileceği fakat yine iki biricik kişinin aynı eylemi hiçbir zaman deneyimleyeceği için hep bir kurguya ilerleyen yanı olduğunu düşünüyorum içinden birisinin. Buna savaş romanları çok büyük örnektir, milyonların dahil olduğu bu olguya, yazarın merceğinden bakmak gerçekten ondaki sanatın biricikliğini ortaya koyar. Şahsen Böll tren yolculuğunda yalnız değildi fakat onun gördüklerini okuyan bizler hep yalnızız ve merceğimizi yazarın gözlükleriyle birleştirme çabasıyla ortaya gayet özgün bir iletişim çıkarırız. O adamın gerçekten neler düşündüğünü hem kendi hatırıyla sınaması sonra okuyucunun hatrındakilerle birleşip ortaya bir sanat eseri çıkmasının günlük hayattan geliyor olduğuna inanmamın sebebi de buradan kaynaklanıyor zaten. 


Biraz daha açacak olursak, günlük hayatın kendisi sıkıcıdır ve Oscar Wilde'nin Dorian Gray'in Portresi'nin ön sözünü bitirirken söylediği gibi “Tüm sanat gereksizdir,(kullanışsızdır.) Tabii ki hiç kimsenin bir başkasının kahvaltısını nasıl ettiğini okumaya hevesi yoktur, kelimelerin bunu sağladığına da inanmıyorum ben fakat yazarın gördükleriyle okurun ortak paydada buluşabilmesi bize kendi günlük hayatımızdaki acınası halimizden alıkoyar. Ve sanatçı gibi yaşamaya dahi varacak olan benzetmelerle sanatçı kendi sanatını meşru kılar, okuyucu da bunu kendine malzeme eder. Zaten ilerletirsek bunu her okuyucunun yazarlığa geçişinin bir tarza özenerek başlayacağı kesindir. Thomas Paine konu dışı burada. Demek istiyorum ki bize okuma daha sonra yazma hevesini veren bu bağdaşıklığı kurarak günlük hayatın sıkıcı işkencesinden kaçıyor olmaktır, biraz daha zaman ayırırsak düşünmeye bunun diğer sanatlarda da meydana geldiğini kolayca görebiliriz. Sadece şunu hatırlamak yeterli, hayatı sıkıcı olmaklıktan çıkarmak ve onu biraz yol gösterici biraz da kendi faaliyetlerini anlaşılabilir kılacak şekillde aktarma gayesi, yazıyı ve bütün sanatı ortaya çıkaran. Bunun dışına her çıkışta tıkanıklık bizi bulacaktır, dine yönelmek tıkanıklığı sunacaktır, ta ki öğlen namazını anlattığınız kişinin de öğlen namazını kılmasını sağlayana kadar en azından duyurana kadar, ta ki inançlarınızı başkalarıyla bağdaşabilir kılana kadar, aynı şekilde mitoloji bizi tıkanıklığa kavuşturacaktır, ta ki o uzun yıllar öncesinden gelen bilgiyi şimdiyle harmanlayana kadar, ta ki o zamanı şimdinin diliyle anlayana kadar, diğer yandan ikinci dile çok özenmek tıkanıklığa götüren diğer bir yoldur çünkü hiçbir zaman o özenilen Fransız yazarının o özenilen zengin yazarın hayatına birinci elden tanık olamayacağız, ta ki onları başkasının gözlemleyebileceğini gösterene kadar.



Tıkanıklığa götüren bu yollara biraz da giderici dökmeye çalışalım, kendini çıkmazlarda hissetmeyen yoktur herhalde hayatta, ufacık bir konuda dahil bunu yaşayabilirsiniz, kendi günlük hayatınızı devleştirmek ya da cüceleştirmek ilk kaçınacağımız konu olmalı benim kanımca, ki yola çıktığım yer gözlerimdir, yazarak gidermeye çalıştığım bizatihi benim tıkanıklığımdır hem bu konuda hem de diğer konularda, daha sonra şiirsel üretimi de yazacağım bu bana ambivalans bir etki sağlıyor çünkü ve kabul ederim ki hayatımı büyük göstermeyi hiç mi hiç yakışır bulamadım, hatta çok oldu yarı otobiyografik yazılan romanları yarıda bıraktığım Henry Miller başta geliyor bunlarda, gerçekten abartıyla nereye varılacağını bilemiyordum çünkü bir konuyu anlatmanın sadece bu benim hayatım diyerek temize çıkarılabileceğini düşünmüyordum çünkü. Diğer yandan aklımı kurcalayan konu ise nereye gideceğim işte okuyucu burada müthiş öneme sahip onun hayatını büyütmek, geri dönüşlü şekilde bilinçsiz bir yüceltmedir yazara, ben daha çok bunun taraftarıyım.. 


Esine ve katı kurallara inanmanın da tıkanıklıkla son bulacağına inanıyorum, ve hiçbir sanatın duygusuzca bir düzen teşkil edecek şekilde ilerlemeyeceğini düşünüyorum, buna da zaten zanaat deniyor sanırsam, daha eklemlerin hareket etmesinin anlamı bir yere varmasıyla oluşan yaratım değil midir, bunu yazıya uyarlamak ihtimal dahilinde gelmiyor bana, parmaklarıma odaklandığımda yazarken duruveriyorum, nefes aldığının fark etmesi gibi kişinin böylesi bilinçli halinin sanat da pek yararlı olduğunu düşünmüyorum, ilhamı beklemek de buna benziyor fakat tam tersi tarafından… Şöyle açıklayayım, parmaklarımı kullanamıyorum çünkü ilhamsızım demekle parmaklarım oynuyor, bu yüzden yazıyorum demek aynı kapıya çıkıyor. Bence biraz daha dans edercesine işlerliğe koymak yazıyı hep daha çekici, piyano çalarken hareket eden zarif parmaklara benzemeli, ezbere bildiğimiz dilin, hiç görmediğimiz cümleler halinde yaratıma geçmesi işte, tıkanıklığın bencil bir şekilde sargılaması yaralarını böyle sürüyor.


Daha sanatsal yanlarına odaklanacak olursam aklıma sadece yaşamın kendisi geliyor, iyi bir gözlem ve öğütmek. 


Yazarken düşünmek beni her zaman keyiflendirmiştir, burada da öyle yapmaya çabaladım. Usta yazar olarak konuşamadığım kesin, öğrenci olarak dinlemediğim de öyle fakat monolog halinde ortaya çıkan kimbilir kaç milyon düşünce var şu anda dünya mezarlıklarında, onları gerçekliğe çevirmek ise bence paylaşmayla başlıyor. Bu kadar.