İncelmişti tüm kuşların kanatları bir gökyüzü kadar, ne desen de boş çıkardı tüm simya kitapları. Körpe bir peder yönetirdi ufak Rottenburg kenti köyündeki köhne bir kiliseyi. Her gece olduğu gibi tinine düşman bir piç, Aziz Mary'nin heykelinde ağlıyor ve bir yanıt bekliyordu. Tanrı'dan, lordundan... Kimsesizken esasında bir tek gökyüzüne bakarken çoğalıyor, okumayı bilmedikçe gözlerinin ne işe yaradığını soruyordu tüm kamalara. Rüyalar yağıyor gibi geçen günlerde tarlalar da eskiyor. Boyun eğiyordu. Bazen 3 groschene hatta. Ay, gecenin ortalarına marş etmeden bir schnapps için tavernalarda çömlek gezdiriyor. Ardından schnapps'ini alıp bir köşede önce dudaklarını terbiye ediyordu. Hep uzaktan uzaktan baktığı Bella'ya ölür gözle bakıyordu.


—Uçsuz bucaksız hayallerdesin. kendine gel ahbap.


Kelimeler diline pelesenk olmuş. Bir diyarda kısılı kalmış farklı boyutların kimsesizi olarak adlandırıyordu kendisini.


—Sen bir cadı tarafından çarmıhta dünyaya verilmişsin. Adı bile olmayan bir iksir vücudunda geziyor, öksüzsün bir kere. Adının önüne soyadından önce "piç" kelimesi yakıştırılmış Edwikke.


—Çarmıhta doğdun, çarmıhta öl o zaman.

—Korkamayacak kadar korkağım ebediyete, çelimsizim..


Kafasında parşömenler dokuyor, schnapps bitesiye kadar kendisiyle sobelemece oynuyordu bir köşede bu kimsesiz tohum. Beklenen oldu, Herrenberg sancağı bir torba kumanla gelip bütün köyü yıktı geçti o günün ertesinde. Sör Pinkus amansız muharebeden çekip çıkardı o piçi hengamenin içerisinden. Pinkus tam bir düzenbazın tekiydi, tek bildiği Tanrı korkusu fakat Tanrı korkusu adı altında samanlıkta mum tutuşturanlardan biriydi.


—Neden beni kurtardınız lordum?

—Neden olan bitenler arasında ortada talim korkuluğu gibi dikiliyordun?

—Bilmiyorum.

—Ben de bilmiyorum o zaman.


Bir ahırda sağanakla ölüp ölüp dirildi o gece Edwikke. Kimsesi yokken nasıl da herkesi birden kaybetmişti. Tek bir mumun verdiği sıcaklık dahi içini kavuruyor, kalbini dağlıyordu. Kafasının içinde sürekli "Neden ben?" diye dövünüyor. Tanrı'nın aciz varlığını aklının kenarından dahi geçirmiyordu. Güneş doğana kadar ağladı, ardından Pinkus'un karşısına çıkıp:


—Lordum, müsaadenizle geri dönmek istiyorum.

—Ne? Deli misin çocuk? Seni ben oradan sırf şimdi tekrar ölesin diye mi kurtardım?

—Fakat lor...

—Kes sesini, zindana atın bu piçi! Derhal!


Günler saatleri, saatler dakikaları kovalıyordu paslanmaya yüz tutmuş zindanda;

düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, bir tek yaşanan bu. Karnını aç bırakıyor, zihnini kırbaçlıyordu her yıldız yandıkça. Öylesine dövmüştü ki ruhunu, her gece ağlamaktan kızaran gözleri tövbeler üstüne tövbeler etti ağlamamaya. Artık kalbinin acısını hissedemeyecek kadar acı eşiğini göklerdeki Buri'ye kadar itelemişti neredeyse. Bir müddetten öte çıktı o kusurlu duvarlar arasından. Suskundu ama neredeyse bağıracak kadar suskun. Bir müddet en iyi bildiği işi yaptı Weilheim içinde. Zührevi insanlarla tanıştı. Ardından her şeyin başladığı ve bittiği yere gitmeye hazırlandı nitekim. Palas pandıras gözetimde tutulduğu, küçük etrafı surlarla çevirili yerleşkeden tüydü. Bir müddet kovalansa da özgürlüğün verdiği korku ayaklarında bir kanat gibi beliriyordu. İnce kötülükler tüten eski köyüne yaklaştı da yaklaştı. Yaklaştıkça ölüme adım atıyor gibiydi.


Ölen bütün sahte arkadaşlarının parçalanmış cesetlerine bakıyor. Bakıyor, onlar hayattaymış gibi son kez veda ediyordu. Biraz daha turladıktan sonra kasabanın dışında yaşayan Bella'nın evine gitmeye karar verdi. Göreceklerini kestirebiliyordu fakat irkmiyor da değildi. Temporales certe non esse patet cümlesi gözlerinin önünden tekraren süzülüyor. Bella'nın sesindeki kırık Pribyslav şarabının tadı damaklarında süzülüyordu ona yürüdükçe. Evin kenarından dönüp nehre bakan zeytin ağacının dalında çıplak belinden üstü kalmış bir kadın cesedi gördü. Kollarından dala bağlanmış, saçları aynı Bella'nın ki gibi ortadan ikiye ayrık Odin'in tahtı kadar değerli omuzlarına örgüyle süzülüyordu. Masanın üzerinde de belden aşağısı çıplak bir şekilde duruyordu. Biraz daha yürüdükçe görmeye korktuklarını gördü Edwikke. Öylece Bella'nın suratına bakıp bekledi. Tek dizinin üzerine çöküp sol gözünden tek bir damla yaş akıttı. Ardından onu kollarından çözüp defalarca tecavüze uğramış parçalarını toplayıp gömdü..


Mezarının başında şunları dile döktü;

dulcis anima, bona somnia tibi

nunc angelis pulcherrimus

invidet ille, quocumque perrexeris


Arkasına dahi bakmadan ilerledi oradan Edwikke. Şimdi bulutlar daha da tepesine üşüşmüş, dünya daha karanlıktı. Tüm sesler daha kaba. Tüm kelimeler bir yerde boşluk, odundan bir yara gibi geçmeyecek ve ezilmiş. Acılıkların üzerine ateşten acılıklar giyiyordu. Artık onun yangısını söndürecek tek şeyin ölüm olduğunu biliyor, yeminler ediyordu Tanrı'ya.


—TANRIM, NEDEN BEN?

—TANRIM!

—YEMİNİM SANA, SENDEN ALINACAK İNTİKAMIMA!

—TANRIM!

—ÖLÜMÜN ELLERİMDEN OLACAK

—EN KUTSALLAR ELİMDEN KURTARAMAYACAK SENİ!


Yeminler büyük, yollar uzundu en nihayetinde. Hiçbir tane gözyaşı bırakmadan ardında, yolda tüküre tüküre ilerliyordu Edwikke...