Bin yalanla doğup, tek bir doğruyla yaşamaya çalışmak ne acı. Bir doğruya yaşamak. Ne bu? İçimde sürekli titreyen, beni ansızın bir kuyuya iten, ışıkları söndürüp beni göğsümün tam ortasından vuran. Bu nasıl izah edilir? Bir sızı bu, ürkek ama nasıl güçlü. Beni yerle bir ediyor. Kalkıp doğrulmak. Sırtıma gökyüzü inmiş gibi kambur. Bu omuzların tesellisi ne olacak? Beni o kuyudan ne çıkaracak? Üstelik Yusuf da değilim. 

Ben her gece o kuyuda, korkuyla salladığım bacaklarıma sarılarak taş duvarlara okuduğum o cümleleri yazıyorum sana; sen bir mezarın soğuk boşluğusun.

Şimdi senin aldığın çiçeklerin çiğ kokusuyla düşünüyor ruhum bunları. Kokular acıtabilir, evet; hiç almadığım bir kokunun özlemiyle geçen birkaç günü, ruhunu sağa sola vurarak yaşıyor benliğim. 

Teşekkür edebilir miyim bu acıya? Merhametini hak etmeyen, arsızca çarpan kalbime? 

Sakınılmayan o insan olmak canımı acıttı birkaç gün. Bunu hiç görmedin, diye söyledim kendime. Geç kalmış o şefkat kemiklerimi ezdi yumuşak, pamuk görünümüyle. Günaşırı bir bulutla yaşadım. Beni yıkamadı, damlaları boşanıp yükünden, beni temizlemedi. Bir boşluk bulup aksa her şey düzelirdi, içim rahatlardı belki; olmadı. 

İçimde koca bir boşluk vardı, boşluğun tam ortasında bir platform, o platformun yine tam ortasında ben. Öylece dikiliyordum orada, caveada onlarca insan, başıma gelen telaşsız, akışında görünen olayları bir oyunmuşçasına izledikleri; benim hayatımdı. 

Zaman zaman düşüyordum, devriliyordum o boşluğa. Dizlerim kanıyordu, ellerim hep yara bere içindeydi. Tanıyamıyordum da kimseyi. Kalkamıyordum, geçemiyordum o anın eşiğinden. Biri o merdivenleri aşsın, kolumdan tutup beni o sahneden alsın istiyordum. Tam o an, koca bir alkış kopuyordu, tezahüratlar uğulduyordu kulağımda; kimse inmiyordu. 

Binlerce şeyi düşünüyordum, kafamı yasladığım o soğuk betonda. Bunca alkış neden, kalbim neden böyle yavaş atıyor? O kalabalıkta neredesin? Sen var mısın? Olmayışını diledim hep; çünkü varsan, oradaysan; ben hala neden burada uzanıyorum? Kalbimi dörde bölerdi bunu bilmek, o yüzden hiç cevap vermedim kendime. Sen de benim için orada değildin zaten, başkaları için yaşadığım hayattan, nasıl geçtiğini görmek istedin. Birinde var olmak pahasına yara açan o insan değilsin. Değilsin, değil mi?

Akşam olur herkes giderdi, ben yine orada uzanırken bulurdum kendimi. 

Zihnimdeki kalabalığı taşıyacak gücü bulduğumda inerdim bazen o sonsuz açıklıktan. Günler sürerdi bu. Yaralarımı sarardım, merdivenleri yavaş yavaş çıkardım. En tepeye ulaşıp, o platformu izlerdim, yine kendimi görürdüm orada. Başını dizlerine yaslamış, bacaklarına sarılmış, yağan yağmurun altında öylece oturduğumu görürdüm. Göğsüm eziliyordu boşluğa baktıkça. Tanıdık kimse yoktu yanında; yine. 

Telaşla geri iniyordum, hatta yuvarlanıyordum merdivenlerden. Sırtında bir el olmak istiyordum, uyan artık, büyütmüyor işte uykular. 

Uyanmıyordu, hiç uyanmadı. 

Bunu yaşayıp durdu, seneler geçti artık acıtmıyordu. Zihnindeki kalabalığı susturamadı hiç, deniyordu sürekli, merdivenleri yavaşça çıkıyor, geri iniyor, omzuna başını yaslıyordu. 

Vazgeçti; büyütmeyen uykulardan, sardıkça kanayan yaralardan. 

Sonra platform yıkıldı zaten, kimsenin de umrunda olmadı.