Bir bank. Kış ayazı. Gecenin belirginliğini dizlerimin kırılganlaşmasından anlıyorum. Zaman, iki duvarın, iki duygunun, iki telaşlı haberin arasında sıkışıp kalmış. Can çekişiyor yaşama alçaldığı noktada.

Onu acil girişinin solundaki odaya aldılar. Ben kim bilir ne zamandır bu hüzündüz bahçedeyim. Onu görebiliyorum. Perde aralığından bedeninin sol kısmı seçiliyor. Pencereye biraz yaklaştığımda ağzındaki garip, hortumlu maskeyi de görebiliyorum. O beni göremiyor, o beni görmesin diye gayret ediyorum. Çünkü annem o benim. Çünkü tam da şimdi onunla göz göze gelmek benim için birkaç felaketi art arda yaşamak gibi. Çünkü bakışlarından önce bana, ardından dünyaya fırlayan ölüm korkusunu bir değil, beş değil, belki elli defa gördüm son üç beş haftada. İşte şimdi yüzünde duran, onların sonuncusu ve desibeli en yüksek olanı.

Sade bekliyorum. Haberi alan birkaç kişi yanıma gelip gidiyor. Bir şeyler soruyor, bir şeyler söylüyor ve omuzlarımı garip dokunuşlarla tanıştırıyorlar. Bu temaslar onlar için “yanındayız” demek. Benim temas okuyacak halim yok. Annem hala o odanın cam kenarında, ağzında ve bedeninde garip aletlerle solumaya çalışıyor.

Aylardır, önce onun, arkasından benim kaçtığım son geldi; karanlık oldu, rüzgar oldu, koku oldu, siren oldu ve savurdu bizi buraya. Onun ucunu benden uzakta bırakmak için gayretlediği iniltileri, benim kapı önlerinde, merdivenlerin tüm basamaklarında en az ikişer olmak kaydıyla geceler boyu ve arka arkaya yaktığım sigaralar… neticesini buldu.

İlk kez bugün dürüsttük birbirimize, ilk kez ölüm çizgisinin bu denli yakınında gördüm onu. Çaresiz bakışlarını, kanepe üzerinde rahat solumak için döndürüp durduğu yorgun bedenini, sözsüz gözyaşlarını ve hem gözyaşlarıyla hem de hastalığının sağladığı sıcaklıkla birer ateş parçasına dönen yanaklarını ilk kez saklamadı benden; ilk kez acizliğini kucağıma bıraktı. İlk kez ben annesi oldum onun.

Son üç ayda kaç hastane eşiği. Kaç koridor hastalık kokusuyla tanıştık. Üç. Dört. Beş… İşe yaramaz birkaç alakasız tanım ve reçete dışında canının ağrısını hafifletebilen olmadı. Hastane öncelerinde, kapı önlerinde, koridorlarda, sıramızı beklerken hep o önde dururdu canının haberini almaya. Gerideydim ben. -Ölüme yakın da olsa anne annedir. İstemez yavrusunun kötüyü kendinden önce tanımasını.- Ayaklarımız tamamen durduğunda o bana uzun bakar, ben tüm uzun bakışlardan kaçardım. Geçerdi zaman. Gelirdi hastane sonraları. Hastalık kokusundan sıyrılınca ve yeterince umutsuz kapıyı katınca ardımıza; iki üç sokak da uzaklaştık mı sağlıksızlar girdabından; ikimiz de o uyduruk sonuçlara hemen aldanır, ekseriyetle denk geldiğimiz ilk simitçiden birer simit alır; dün gece inleyen kendisi değilmiş, onu kapı eşiklerinden kulaklarımı söküp atmak istercesine duyan, yetmeyip pamuk yığınlarını gırtlağından ittirir gibi, soluk alıp vermeye benzemeyen çırpınıştan bozma soluk tınılarını gizlice dinleyen ben değilmişim gibi gülüşerek yürümeye başlardık.

Eve vardığımızda unutulurdu her şey. Hemen yarın, ben mesailerin yaşamımın içinden geçmesine izin verir; o da geçen sene belediyenin tepemize yıktığı kasetçi dükkanının yasını tutardı.

Onu öyle yaslı gördüğüm her an pencere kenarlarına koşardı aklım. Sigarayı on sene önce bırakmıştı. Benim için bırakmıştı. Bırakmazsan ben de başlarım demiştim. O bıraktı, bir yıl demeden ben başladım. Bunu uzunca gizledim ondan. Sonra vazgeçtim. Üzüldü, çok üzüldü. Bir şey diyemedim, sustum sadece.

Hastane çıkışlarında simit kemirmekten çok değil üç-beş gün sonra yeniden başlardı inilti seremonimiz. Geceleri kapı seslerine uyanır, çoğu zaman salonda, açık televizyon karşısında, halı üzerinde hep aynı yastığı kullanarak garip vücut pozisyonlarıyla yattığını görürdüm onun. Her gece farklı bir duruş. Kalbi yukarıda olacak şekilde ama. O sabit.

Onu böyle gördüğümde yanına yanaşıp soluğunu kontrol ederdim. Ardından salon kapısının eşiğine döner, yaşama kuvvetsiz bir iple tutunan nefesini sağ yüzüm kapıya dayalı seyrederdim. Kaç kez dizlerimin bağını çözüp bağladım o eşikte. Kaç kez çaresizliğin ve kimsesizliğin farklı yerleri kaynattı içimi. Kaç kez küfürler ettim kendimden başlayarak hem dünyaya hem herkese. Keşke abartıyor olsaydım. O kapı eşiğine bir avuç toprak atılsa, en az üç ağaç bitirirdi gözlerimin ıslaklığı. Annemin tükenişinden türeyen en az üç meyve hasadı görürdüm ömrüm boyunca. Tam orada.


Buraya geleli beş saat oldu. İşte soluğunun sonunu harcamıştı bu gece. İkimiz de farkındaydık. Her an hastane fikrinden kaçan gözleri, yavrum beni hastaneye götür konumuna ulaşmıştı. Taksi çağırmam gerekirdi, birilerini aramam gerekirdi, bir şeyler yapmam gerekirdi. Ama annemin canının soluğuna takıldığı o gece cebimde yirmi liram vardı benim. Yirmi beş yaşındaydım. Çekmecemde iki diploma vardı. Ne taksi çağırabildim ne bir şey. Geriye ambulansı aramak kalmıştı. Öyle yaptım. 

Ambulansla buraya gelirken ne yaşandı bilmiyorum. Buraya geldiğimizde ne yaşandı bilmiyorum. Hatırladığım tek şey bu bank. Bir de onun bana, korkma oğlum, sen eve git deyişi.

Sen eve git. Eve git. Ev. Korkma. Sen.

Tüm annelerde var mıydı bu bilmiyorum ama annemin kendine has, garip, birtakım ruhani güçleri vardı. Yıkılmamak gibi. Azalmak ama tükenmemek gibi. Gölgesini çoğaltıp, çoğaltıp dağ olmak gibi.

Kaldım.

Yanımdan evler gitti, aileler gitti, sevgiler, heyecanlar, üzüntüler, telaşlar, kaçışlar, kurtuluşlar gitti. Ben kaldım.

Annem o demir parmaklıkların ardında canıyla cebelleşirken, buraya gelmeden sırf yanımda dursunlar diye felaketimizden haberdar ettiği birkaç kişinin nafile cümleleriyle geçirdim saatlerimi. Sonra onlar da gitti. O gece öğrendim samimiyetin ne olmadığını. Ne olduğunu hala arıyorum, yalan yok.

Acil tabelası önlerinde kim bilir kaç adım atılmıştır. Bir geri, iki geri, üç geri. Buralarda adımlar ileri atılmaz-mış. O gece öğrendim. O gece ne çok şey öğrendim. Annemin yüzü perde aralığından yarım görünüyordu. Fırsat bulsam da yüzüne bakmıyordum. Onu son kez görüyor olmanın ihtimali şakaklarıma yükseldikçe içime sığdıramadığım içimi bir yerlere vura vura tüketmek istedim. Olmadı tabii. Burası dünya, kolay tükenmek yok öyle. Bir darbeyle yıkılmanın şansını ikimiz de çoktan ıskaladık. O içeride altmışında öğreniyor bunu, ben yirmilerin ortalarında öğreniyorum. Koyuluğunu zerrelere ayırıp her parçasıyla omurgama abanan karanlık yerini gün ışığına bıraktığında, tanımladığım şey sabah değil, parlaklığıyla görüş açımı seyrelten beter bir aydınlık haliydi.

Saatler boyu o odadan çıkan doktorların gözlerinin içine bakmış, içimden geçen merakı sorulara dönüştüremeden yanımdan geçip gitmelerine şahit olmuştum.

Kimin elime tutuşturduğunu bilmediğim karton bardaktaki çay tanelerini seyrederken bir sesle çalkalandı ruhum. Önce annemin ismi çınladı yeni yetme hemşirenin dudaklarında. Ardından yakınlarını arayan bir soru. Yüzüne nasıl bakıyordum bilmiyorum. Yüzüne bakarkenki ifademde bir şeyler bulmuş olacaktı ki, siz misiniz yakını dedi mavi önlüklü kız. Benim dedim. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Umutlu bir haber vermesi için ayaklarına paspas olurdum onun. Sırtımda taşırdım her sabah gideceği yere kadar. Belli edemedim bunu.

Benimle gelmeniz gerekiyor dedi. Yürümeye başladık. Bir ara durumu soracak gibi oldum, sordum da hatta. Benim de bir bilgim yok, doktor bilmem kim sizinle görüşmek istedi.

Doktor bilmem kim. Bana ne diyecekti? Tahmin edebiliyordum. Tahminim büyüdükçe aklımın yükü ayaklarımı tökezletiyordu. Yürüdük. Koridorlardan geçtik, kapı önlerinden, merdivenlerden. Ömrümün en uzun, en perişan, en kuvvetsiz, en bilinmez yürüyüşüydü.

Üç dakika geçmedi, üç merdiven indik. Son merdivenin ardındaki düzlük, iki yandan açılan pürüzlü bir kapıya uzanıyordu. O önde, ben arkada. Girdik içeri. Bir ara soluma döndüm, kapının parlak kısmından kendimi gördüm. Bir gecede kamburlaşmıştım sanki.

Önce kızı, ardından beni gören doktorlar duruşlarının görüntüsüne yeni bir şey eklemediler. Biri gülümsüyordu hatta, hiç unutmuyorum. Kız beni takdim ettiğinde ellerim neremdeydi, aklım neremdeydi, bedenim nasıl ayaktaydı bilmiyorum. Pek görünmeyen bir vaka bu, dedi ortada duran. İçeri buyurun dedi. Yürüdük. İzniniz gerekiyor dedi. Anneniz ex olabilir dedi. Kalbi sıvı toplamış dedi. Bilginiz olsun dedi. Başka da bir şey söylemedi.

Durdum, sustum, soluğumu toparlayamadım. Aklımı toparlayamadım. Yetişkinliğimi toparlayamadım. Tabut kokuyordu doktorun sözleri. Yeşil kokuyordu. Gece kokuyordu. Ben, oğluyum… diyebildim sadece karşısında. Ne gerekirse yapılsın. Annem iyi olacak mı?


Ses, görüntü, koku, renk. Ayaklar, terlikler, yeşil, mavi, beyaz kumaşlar...


O kapılardan, o merdivenlerden nasıl çıktım bilmiyorum. Elime bir kağıt tutuşturulmuştu. Bir yerden kan alman gerekiyor dediler. Ameliyat için gerekli dediler. Annem bir tarafta ambulansla acilden ameliyathaneye taşınırken, ben onun ellerinden tutamamış, gözlerine bakamamış, yanındayım diyememiş; bankoların, veznelerin ardındaki insanlara elimdeki kağıdı göstererek doğru yere ulaşmaya çalışıyordum. Yürüdükçe yalnızlıktan, yürüdükçe çaresizlikten boyum kısalıyor, adımlarım ve ellerim küçülüyordu. Aradığım yere geldiğimde sesimin ağırlığını dilimde hissettim, bu hisle söze döktüm çaresizliğimin gerekliliğini. Karşımda, sürekli böyle yüzler görmeye alışkın görevli, hikayesiz bir mimik ve basitten kurduğu iki cümle eşliğinde beni ve annemi ömrümüzün ilk değil ama en derin çukuruna uğurluyordu. Tarif ettiği yöne koştum. İnsanlara çarptım, kapılara çarptım, merdivenlere, hava boşluklarına, kendime, çocukluğuma ve annemin yokluğuna çarptım sırasıyla. Ameliyathane kapısına geldiğimde bir sedyenin üzerinde gördüm uğruna ölmek istediğim ayak tabanlarını. Kırmızı çoraplarının topuk kısmında belirginleşmiş yırtıkların yarattığı, bana tam da burada, durduğum yerde, hiçbir dış etkene ihtiyaç duymadan ölümlerden ölüm beğendiren görüntü yetmezmiş gibi bir de kapıdan içeri girerken “beni kurtar oğlum” dercesine dikilen başını gördüm.

Kimse beni insanın yalnız bir ölüm hakkı olduğuna inandıramazdı artık. Ben orada, yırtık çoraplı varlığını evrene öyle aciz sunarken annem, üç defa gömdüm kendimi. Son bakışıyla üç defa daha gömdüm.

Soluğum kesildi. Aklım kesildi. Çocukluğum kesildi kör bıçaklarla. Yırtık çoraplar kör bıçaklara dönüştü; bir ameliyathane önündeydim. Kimsesizliğin idrakı el oldu, kol oldu gırtlağıma yapıştı. Bir adım atamadım. Yerimde de duramadım. Çöktüm, olduğum gibi. Kalktım. Gözlerim karardı, ellerim karardı, ayaklarım karardı; gün ışığına taşıdım kendimi güç bela. Bulduğum her duvar dibinde kustum gözlerimi. Birileri geldi, sordu, gitti. Herkes ve her şey nesnesiz gölgelerden ibaretti. Başta ben. Belirgin olan tek şey vardı. Annemdi o kapının ardındaki. Gençliğini verendi yarınlarım için, çocukluğuma hayatını verendi.

Zamanın ne olduğunu, ölümün, yaşamın, beklemenin ve garibanlığın ne olduğunu unutup unutup tekrar anladım o fayansların, Arnavut kaldırımlarının, dalları hastalıkla eğilmiş ağaçların kapladığı yollar üzerinde. Yanmayan kalorifer peteklerinin üzerinde. Cam kenarlarında, kantin masalarında…

Bir saat, üç saat, beş saat. Vakit geçtikçe bedenim kapıya yaklaşmış, aklım bedenimden uzaklaşmıştı. Bakışsız gözlerimi, o kapıdan kurtulan gölgelerin -ki bazı kapılardan ancak kurtulunur- annemin adını seslenmesi ihtimalinden kaçırıyordum.

Biri geldi, önlüklüydü; doktor değildi, omzuma dokundu. Bir reçete tutuşturdu elime. Bunları alacaksın dedi. Konuşarak annem nasıl dedim, durumu iyi mi dedim, lütfen söyleyin dedim. Susarak annemi kurtar kurbanın olayım dedim. Düz, sade gözlerime baktı. Henüz ameliyat devam ediyor dedi.

Koridordan çıktım. Yokuşlardan çıktım. Kapılardan çıktım. Sokağa vardım. Caddeye vardım. Sağıma döndüm, sonra soluma, arkama, önüme, çaprazıma…

Şu kırmızı araba omurgamı ezseydi ya şimdi, dedim. Kanımla birlikte çaresizliğimi de akıtsaydı kaldırımlara.

Annemin yorgun kalbi bir sedyedeydi. Ben onun oğluydum. Elimdeki kağıt bir reçeteydi. Cebimde yirmi liram vardı.

Yürüdüm. Yürüdüm. Yürüdüm.

Kaldırımlarda, bulvarlarda, dükkan tabelalarında, gözlerimin aktığı her yerde bir tanrı geziniyordu. Tökezliyordu.