Pina Bausch, 1940 Almanya doğumlu, modern dans koreografı ve Tanztheater (Alm. Dans tiyatrosu) akımının öncülerinden. Ben ise bir geleneksel dans koreografı olarak ‘‘cafe müller’’ adlı eserin dans okumasını yapmak ve o günlerden beri defaatle tartışılan toplumsal cinsiyet rollerini dans vasıtasıyla yeniden yorumlamak isterim. Esere basit bir arama motoru marifetiyle ulaşabilirsiniz.

Cafe Müller, Ionesco’nun ‘‘sandalyeler’’ adlı oyunundan alıntılar barındırmakta. Oyun aynı zamanda absürt tiyatronun ilk örneği. Cafe Müller’de de bizi boş sandalyelerle dolu bir mekan karşılıyor. Pina, dünya savaşına şahit olmuş bir kadın. Boş sandalyeler, savaşta yitip giden insanların temsiliyeti aslında. Pina’nın kendime en yakın hissettiğim özelliği, geleneğe karşı olması. Absürt düşünce de geleneğe karşı. Uyumlu ve düzenli bir evren bilinci yok, raslantısal ve amaçsız olan var.

Esere döndüğümüzde, kafeye giren üç çift göreceğiz. Aslında bir çift var. Ve fakat biz bu çiftin üç farklı evresini görüyoruz. Koreograf, ömrünün evrelerini aynı mekana ve zamana denk getiriyor. Eserin özgünlüğü de burada. Can Yücel’in şiiri gibi; ‘‘20 yaş, 35 yaş, 40 yaş ve bugünkü ben. Şunları bir araya toplayayım. Bir güzel muhabbet edelim.’’ İşte bu eserde hepsi bir araya geliyor. Baştan beri duvarın dibinde olan Pina ve kapıdan giren adam yaşlılığı temsil ediyor. Yaşlı kadın kör, adam ise erk pozisyonunda. İlerleyen sahnelerde de göreceğiz ki erk, Pina’yı manipüle etmiş ve sonucunda yaşlı kadın kör olmasıyla hiçliği tasvir ediyor. Sarılan çift orta yaşı, kızıl saçlı kadın ve gözlüklü adam da gençliği temsil ediyor. Döner kapı ise zamanın sembolü.

Performansın en vurucu noktası sarılma sekansı. Orta yaşlı kadın ve adamın karşılaşmasından sonra erk, kendi gençliğine yön vermek ister. Öpüşme sahnesinde erk ‘‘kolunu böyle tut, kucağına al ve kadını öp’’ öğretisinde olan bir kompozisyon içerisindedir. Çiftimiz ise ‘‘biz böyle kucaklaşmak istiyoruz’’ dercesine aynı döngüyü tekrarlar. Erk ise çifte bir form verip onları yönetir. Çünkü kendi geçmişini tekrar var etmeye çalışmaktadır.

20 yaşındaki adam ‘‘ben 40 yaşımda şöyle bir adam olmak istiyorum’’ diyor. Ancak buna 20 yaşındaki sevgilim izin vermiyor olabilir. Bu çelişki, birbirimizi etkilemeye çalışmamızı çok iyi anlatıyor. Bugünün toksik ilişkilerine 44 yıl öncesinden bir atıf gibi.

Dekorun canlandığına şahit oluyoruz. Ortada duran masa hayatı temsil ediyor. Beyaz elbise de kadının benliğini. Dekor olarak masanın seçilmesi ‘‘son akşam yemeği’’ tablosuna bir gönderme. Kadının elbiseyi çıkartıp masaya koyması, benliğinden vazgeçtiğinin göstergesi. Genç kadının topuklu ayakkabısını çıkartması olgunlaşma süreci. Büyümekten korktuğu için kaçıyor. Yaşlanınca neye dönüşeceğini görüyor çünkü.

Anlaşılan her yaşta aşk var ve fakat biçim değiştiriyor. Finalde tüm karakterler başladığı yere geri dönüyor. Hiçliğe. Eser, bize bu dünyadan kaçış olmadığını söylüyor, ölüme kadar. Ölüm, bizi bu dünyaya hapseden bir fikir diyor. Toplumun bize biçtiği bu rolleri giyen herkesin, çaresizce öleceği günü beklemekten başka şansının olmadığını gösteriyor. Nietzsche’nin ‘’böyle buyurdu zerdüşt’’ünde tanrıyı öldürmesi ve insanların eylemlerinin anlamsızlaşması gibi. Varoluşunu anlamlandırmaya çalışan umutsuz insanlara alternatif bir dil sunuyor. Tek kelime bile etmeden. Hareketin manasıyla söylüyor sözünü, dansla.

Ataerkil düzenin kadına etkisine değinen ‘’cafe müller’’de olduğu gibi, bugünün dünyasında sanat yoluyla protest eserler yaratmak çok daha işlevsel olabilir. Yazımın başında bahsettiğim sandalyeler oyununun finalinde ne mi oluyor? Yoksul kadın ve kocası hayal güçlerinin zoruyla vardıkları gerçeklik ve kendi kendilerine tatminin doruk noktasında pencereden atlayarak intihar ediyor. Kendini var etmeye çalışan bizler için ise protest söylemler üretmek de benzer bir biçim. Bir intihar biçimi... Hiç de faça vermeden.

 

(Anıl IŞILAK)