Yalnızlığından böylesi diyorum yürürken. Gökyüzünde ne güneşi görüyorum ne de ayı. Sen de yanımda değilsin galiba Aykız yoksa bu ateş sana da dokunurdu diye söyleniyorum. Böyle olmamalıydı diyerek parmaklarımla cebimdeki tesbihe sarılıyorum. Sabır mı çekmeliyim yoksa estağfurullah mı diye sormak istedim tanrıya. Ellerimi yağan yağmura bir şemsiye gibi açtım. Avuçlarımın içine baktığımda birikmiş suyun içinde bir cevap bekledim. Tanrım bana bir cevap gönder yoksa artık senden de mi mahrum kaldım? Dua ettim çünkü en azından bir yerlerdeki bir tanrı beni bırakmamış olmalıydı.

Evet şarap içtim, zina yaptım, hatta inkâr bile ettim tanrıyı. Tanrı beni bırakmazdı çünkü Celil Hoca bana öyle demişti. Bir insan sekiz yaşındaki bir çocuğa neden yalan söylesin ki?

Avuçlarımın içi su biriktirmekten başka bir işe yaramıyor gibiydi. Ben de bıraktım, bana bir yararı yoktu. İçsem gönlümün ateşi harlanırdı ben de toprağa bıraktım. Bir ara kendimi de bırakmayı düşündüm. Toprağın üzerinde sekiz yüz doksan beş bin adım attıktan sonra beni kabul etmez diye korktum. Adımlarımı ağır ağır attım içimden sinirlendim diye toprağa.

O da gitse yalnızlığımı artık nerede çekecektim, bilmiyorum. Yine de gönlümdeki çocukluğun son kırıntısıyla toprağa da küstüm.