Bacak bacak üste atmış, siyah keten pantolonlu, siyah uzun deri ceketli, gözlerinin altı uykusuzluğunun armağanı olan siyahlıkla süslenmiş, beyaz tenli, uzun siyah saçlarını aynı Japonlar gibi ensesinde bağlamış, somurtkan bir adamdı Trao. Elinde Marlboro Red'i, işaret ve orta parmağının en uç noktalarında konumlanmış. Bazen oturduğu masanın üzerine dirseğini koyup, elini çenesine yaslayıp etrafa ölü bakışlar atıyordu. Saat sabah 6.02'de bir kafede oturuyordu tek başına. Kafenin önünden beyaz karışık sakallı, kırışık yüzlü, ortası kel beyaz düz saçları, yuvarlak ve büyük suratı, yuvarlak vücutlu pasaklı bir adam yürüyordu. Kollarını hiç hareket ettirmeden yürüyen adam Trao'nun ilgisini çekmişti. Ölü gözlerini dikmişti adama. Adam Trao'ya dönüp bir saniyelik bakışmanın ardından gülmeye başladı.

— Ben sanki bir tayfanın üyesiyim! Gemisi batmış bir tayfanın üyesi gibi! Dünyası batmış bir adamım ben!

Dediği gibi yerden büyük bir taş aldı eline ve Trao'nun üzerine gitti. Trao bunu hiç beklemediği ve düşünmediği için bir tepki veremedi. Adam, Trao'nun kafasını dikey simetrik olarak ikiye ayırdı, sol tarafına dört kez koca taşla vurdu. Trao'nun gözü çıktı yuvasından, kanlar içindeydi suratı. Ama Trao çok sessiz sedasızdı, aynı şekilde pasaklı adam da. Biri sakince diğerinin kafasını parçalamaya çalışıyor, diğeri ise bunu bitirmesini bekliyordu. Yoldan geçen bir polis bu olayı görür görmez pasaklı adamın kafasına mermisini yolladı. Trao'nun tek gözü kanlı bir şekilde artık yok olmuşken, diğer gözünün üstüne ise üstündeki adamın kafasının dağılmasıyla kan buladı. Tam olmayan bir şekilde, diğer insanlardan eksik bir bakış açısı ile, tam anlamıyla bakış açısı, kıpkırmızı, kana bulanmış görüyordu Trao. Yüzündeki inanılmaz acıya verdiği tepkisizlik dehşet saçıcıydı. Sanki Trao'nun kafasına taşla vurulurken dehşet saçan şey şiddet değildi, Trao'nun tepkisizliğiydi. Polis memuru Trao'nun yanına yaklaşıp gerekli birimlerin en hızlı şekilde buraya geldiğini ve ambulansın da en yakın zamanda burada olacağını söyledi. Trao tepkisiz bir şekilde teşekkür etmişti. Polis memuru onu garipsemiş ve çantasından bez çıkartıp, adeta kan şelalesi olmuş gözüne sertçe bastırmasını istemişti. Trao anladım der bir şekilde kafasını sallayıp bastırmaya başladığı andan yaklaşık on üç saniye sonra elmacık kemiğinden küt diye bir ses gelmişti. Anlamıştı ki artık kırıktı.


Trao gözlerini açmıştı, onu karşılayan burnunun sağ tarafıydı, buna alışmak zor olacaktı kendisi için. Kablolar görüyordu bir sürü, yüzünün sol tarafına, bileklerine, birkaç parmağına ve boynuna gidiyordu. Ağzında rahat nefes alabilmesi için plastik bir boruya bağlı plastik bir parça vardı. Yatağında dikilmek istedi ama dikelemedi. Karnı yemek yemesi için yüksek sesli uyarılar gönderirken, bir hemşire geldi yanına morlar içinde. Siyahi, gözlüklü, uzun boylu, balık etliydi. Kadın, Trao'nun çok fazla kan kaybetmesi, beyin sarsıntısı, sinirsel bozukluklar ve dokusal bütünlüğün bozulmasından dolayı yaklaşık on yedi gündür bitkisel hayatta olduğunu söyledi. Yaklaşık dokuz saniye kadar sessizlik sürdü. Ardından hemşire:

— Beni anlayabiliyor musunuz şuan beyefendi? Lütfen beni onaylar mısınız?

Trao zar zor kafasını onaylar bir şekilde oynattı.

— Çok güzel! İstediğiniz bir şey veya herhangi bir sıkıntınız var mıdır?

Trao sağ elini zorlukla kaldırmaya çalışıyordu, ama sadece bir kaç santimetre hareket ettirebildi, şanslıydı ki midesi hemen sesli bir uyarı verdi. Tek gözüyle hızlı bir şekilde hemşireye bir bakış attı.

— Oh anladım, siz acıkmışsınız. Doktorunuza sorup en uygun çorbayı getireceğim. Üç gün boyunca çorba harici beslenemeyeceksiniz maalesef. Bitkisel hayattan yeni çıktığınız için.

Trao'ya görüşürüz anlamında elini açıp kapadı ve gözden kayboldu hemşire. Trao o anı düşündü. Gerçekten bırakmıştı, salıvermişti her şeyi, umarım bir araba önüme çıkar da beni ezip öldürür diye düşünüyordu kendi içinden, ki birden bir adam belirdi önünde, sanki Trao'yu anlıyor ve duyuyordu. Onun taş alıp kendisine yaklaştığında anlamıştı öleceğini. Ve bu aşamaya geçmek için hiçbir şeye teslim etmişti kendini. Adam Trao'nun kafasını parçalamaya çalışırken sadece hızlıca bitmesine odaklanıyordu Trao, içinden sonunda en kıymetli dakikalarımı geçiriyorum, birkaç dakika sonra ölmüş olacağımı bildiğim dakikaları, demişti. Ama maalesef ki Trao'ya bir polis yardım etmişti. Artık kafasını parçalamaya çalışan adamla hiçbir zaman sohbet edemeyecekti, çünkü ölmüştü. Trao bu durumu düşünürken içinden bir ses onu kıskanmıştı. Artık yüzünün yarısı olmayan, muhtemelen çok fazla sigorta borcu olacak bir adamdı. En iyisi hastaneden kaçmak ve bir şekilde intihar etmekti.


Nikotin ihtiyacı yine kabarmıştı, dört gün geçmişti, artık yatağında sancılar için de doğrulabiliyordu. Trao'nun yatağının yanında şifonyerin üstünde hemşireyi çağırmak için telsizimsi bir makine duruyordu, kullandı ve hemşireyi çağırdı, sigara içmek istediğini, kendisine bir paket sigara temin edilmesini söyledi. Hemşire sigaranın iyileşme sürecini kötü etkilediğinden ve beyninde hasar olduğundan sigara kullanmayacağını söyledi. Trao hemşireyi onayladı ve yatağına geri yattı. Hemşire gittikten yarım saat sonra odasından çıktı, hastanedeki diğer hastalara hava alabileceği bir balkonun olup olmadığını sordu, genelde her hastanede oluyordu ve Trao da bunu biliyordu. Balkona çıktı, sigara kullanan başka hastalar da vardı. İri yarı kıvırcık esmer bir adamın yanına gitti ve ondan sigara rica etti. Adam Trao'ya paketinden bir sigara uzattı. Şanslıydı ki en sevdiği ve kullandığı marka Marlboro Red idi. Adam hüzünlü siyah gözlerle Trao'ya baktı: "Yüzüne ne oldu, sargılar içerisinde yarısı." dedi. Trao tam lafa girecekti ki adam göz yaşlarını tutamadı. "Ailem..." dedi. "Sevgili çocuğum ölecek sanırım, iki gün önce beyninde tümör olduğunu öğrendik, birdenbire sağır oldu, artık duyamıyor. Yakın zamanda ölebilirmiş." diyip göz yaşlarına boğuldu. Trao uzun süredir, dört gündür, sigara içmemenin verdiği uyuşukluk ve rahatlamayla yanındaki adamdan çok rahatsızdı. Onun için aile, sesinin çıkmadığı sürece kendi istekleri dışında onu rahatsız etmeyecek, hem ona yaşam veren ve ötekileştirip evde dekor gibi kullanılmasını sağlayan iğrenç insanlar anlamına geliyordu. Adama hiç inanmıyordu. Gerçek gözyaşları değildi bunlar. Adam neye üzüldüğünü bile bilmiyordu, çocuğunu tanımadığına emindi, hiçbir ebeveyn çocuğunu tanıyamazdı çünkü çocuk yapacak kadar gerizekalıydı hepsi. Trao hiçbir şeye inanmıyordu. Trao balkonun demirlerine yaslandı ve yeri gösterdi, adama dönüp bu yerin onun için ne ifade ettiğini sordu. Adam: "Çok alçakta bir yer parçası, neden benim için bir şey ifade etsin ki?" dedi. Trao tek gözlü bir şekilde sırıttı: "Tabii ki senin için bir şey ifade edemez. Sen hayatında hiçbir şeye karar verebilecek iradede ve güçte değilsin çünkü. Nasıl yaşayacağına, nasıl oğlunun hastalığına tepki göstereceğine bile karar veremeyen bir adamsın ve iddiaya girerim ki nasıl öleceğine bile karar veremeyeceksin." Adam kaşlarını çattı: "Ne diyorsun lan sen! Ne ifade edebilir ki bu şey, ne salak salak sorular bunlar!" Trao küçük bir kahkaha patlattı: "Bu şey bana en sevdiğim dakikaları yaşatmasını sağlıyorum şu an, az sonra öleceğimi bildiğim dakikalar... Muazzam bir his, sanki her zaman bu dakikalara sahip olabilseydim, az sonra kendimi buradan atmazdım. İhtiyar, ben senin gibi değilim, ne zaman nerede nasıl ölebileceğime karar verebiliyor ve istediğim gibi tepki verebiliyorum. Ama benim de sınırlarım var, ne kadar iradem güçlü olsa da senin gibi iğrenç insanların sonunu kurutacak ne heves ne güç var bende." Adam akmış burnu, ıslak yanakları ve kızarmış gözleriyle şaşkın bir ifade takınmıştı, hiç anlamamıştı Trao'yu. Trao demirlere iyicene yaklaştı, aşağı sarktı ve kendisini kafa üstü düşecek bir şekilde bıraktı. Kafa üstü düştü ve beyninin parçaları sağa sola dağıldı.