Bazı insanların yüzüne baktığınızda gözlerinin ne denli hareket ettiğini, kaşlarının çatıklık seviyesini ve her şeye, bütün koşullara rağmen yüzündeki gülüşü koruyup koruyamadığını hemen anlarsınız. Fakat bu söylediklerim Yosef için geçerli değildi. Onu tanıyalı -daha doğrusu görmeye başlamam- uzun olmadı. Nasıl gördüğüme gelirsek şöyle denebilir:

Buralarda hayatın sıradanlığı sadece ruhunuzu değil, yaşamanızın her zerresinde sizi esir alırdı. Her gün yürüdüğünüz yollar aynıdır. Baktığınız binalar, gördüğünüz insanlar birbirine benzerdi. Bir gün ama bir gün farklı şeyler görmek için can atardınız. Yüreğinizin en ücra köşelerinde bu umudu saklamak kolay olmazdı fakat bir umuda da ihtiyacınız olurdu. Yine bir gün o sıradanlığın esaretine maruz kalmış, sokaklardan geçerken Yosef'i daha önce, aynı şekilde, aynı yürüyüşle gördüğümü anımsadım. Dün nasılsa bugün de aynı. Mekanikleşmiş hareketler sergiliyordu Yosef. Bir gün dayanamadım ve geçtiği sırada yanına koşarak gittim. Eh, biraz ürktü ve ürkmesine hiç şaşırmadım. Böylesine tuhaf insanlar ne kadar soğuk görünseler de içlerinde nahif bir ruhun yattığını düşünmüşümdür hep. ''Korkmayın efendim,'' dedim, biraz rahatlayacağını umarak. Öyle de oldu. Suratında hafif bir gülümseme belirdi. Mutlu olduğunu hissettim. Böyle anlara pek rastlamıyormuş gibi bir hâli de vardı. Pek konuşkan biri olduğumu söyleyemem fakat o da değilmiş gibiydi, eğer öyleyse konuşmasak dahi birbirimizi anlayabileceğimizi biliyordum. ''Zamanınız var mı efendim?'' dedim, sesim o an bir asilzadeyi andırır gibiydi. Rol yapar gibi ve fazlasıyla kibirli... Eh, o da böyle bir ses tonuyla seslendiğimi anlamıştır fakat belli etmek istemedi galiba. Bu onun iyi biri olduğunu gösterebilirdi. Biraz düşündü, yukarı baktı. Kısa sürmedi yukarıya bakması ama uzun da değildi. Bildiğiniz gökyüzü efendim. Sabah ise bulut, güneş; akşamsa yıldız ve ay vardı. Fakat bu adam yukarıya baktığında sanki hepsini görüyormuş gibi hissettim. Öyle güzel, öyle neşeli bakıyordu ki siz saygıdeğer baylarıma bunun izahatını bir türlü sunamam. Derin nefes aldı ve ''Var efendim, her zaman vardı; ne buyurursunuz?'' dedi. Buyurmak kelimesini hiç sevdiğimi söyleyemem. Ne de kötü bir kelime değil mi? Ama yok, o iyi anlamda kullanmış olmalıydı.


''Buyurmak ne kelime efendim, bizimkisi sadece ufak bir rica olur en fazla.''


''Merak ettiniz değil mi?''


Sorusu karşısında afallamıştım, gerçi böyle bir yanıtın geleceğini de tahmin etmemek aptallık olurdu. Düşündüm, epey, birkaç saniye ve aslında merak etmediğimi belirten birkaç söz çıktı ağzımdan. Neden çıktı bilmiyorum fakat ona istediğini vermeyecektim. Varoluşunu böyle hafif bir rüzgarın dahi kırıp geçireceği bir şekilde oluşturmasına, buna inanmasına izin vermeyecektim. Evet, bu adamda sezdiğim tam olarak buydu. Ele geçiremediği, var olamadığı birçok şeyin zıddı üzerinden kuruyordu hayatı. O sokaklardan bilerek geçiyor; aynı binalara, aynı sinsi gözlerle tekrar bakıyordu. Yüce bir ses gelse ve ''Seni bu dertten kurtaracağım,'' dese muhtemelen kabul etmeyecekti. Alışmıştı, her insan gibi o da bazı şeylere alışmış gibiydi. Fakat bu alışma kesinlikle sıradan değildi. İtilmiş, kakılmış ve göz önünde bulunmayan bir adam böyle var eder kendini efendim. Buna şaşmamak gerekti. Sorusunun cevabının diğer kısmına gelmek istedim. Onu üzmek, yaralamak istedim. Böylelikle tokat yemiş gibi sarsılacağı bilinci onu farklı bir yere konumlanabilirdi. Peki bundan benim kârım neydi? Hangi şeytan kılığına girmiş hazzın esiri olmuştum, bilmiyordum. Fakat bir önemi yoktu. Bazı şeyler sadece olurdu, bir anlamı olsun ya da olmasın. Ben de o andan itibaren adamı görmezden geldim. Ne sorusunu yanıtladım ne de gözlerinin içine bir daha baktım. Aynı sokaklardan birçok kez geçtik ve her defasında ruhunun nasıl acı içinde kıvranıp da bir kurtarıcı beklediğini gördüm. Fakat gelmedi. Ne ona ne de bana. İkimizin hikayesi böyle başlamıştı, bir umutla, fakat gördüğünüz üzere canım dostlarım, böyle bitmedi.