Dünya Edebiyatı’nda olduğu gibi Türk Edebiyatında da yazarlar ve şairler arasındaki

fikir çatışmaları dönem dönem oldukça sert geçmiştir. Bu çatışmalardan ve fikrî

ayrılıklardan örnek vermek gerekse kuşkusuz ki ilk akla gelen isimler Nazım Hikmet

ve Necip Fazıldır. Bu iki eski dostun genç yaşlarından itibaren birbirleriyle kıyasıya

atışması, edebiyat dünyasını sağcı-solcu, gelenekçi-yenici, milliyetçi- komünist gibi

sıfatlarla ikiye bölecek kadar güçlü ve etkiliydi. Peki, bu iki güçlü kalem arasında

gerçekten de böylesi bir düşmanlık var mıydı? İçinde bulundukları zamanın şartlarına

göre değerlendirildiğinde ortaya bambaşka bir görüntü çıktığı söylenebilir.

Nazım Hikmet ile Necip Fazıl’ın yolları ilk olarak Heybeliada Bahriye Mektebi’nde

kesişti. İkisi de şiire ve edebiyata son derece düşkün, hisli ve heyecanlı gençlerdi.

Öğretmenleri Yahya Kemal’in düzenlediği dinletilerde sık sık bir araya geliyor;

şiirlerini toplulukla paylaşıyorlardı. Bu dönemde Nazım Hikmet’in hem Yahya

Kemal’den hem de edebiyat topluluğundan oldukça beğeni aldığı ve Necip Fazıl’ın

kendisini bu sebepten çokça kıskandığı rivayet edilir. Hatta kimilerine göre aralarında

yıllarca süren bu husumet, o dönemki duygularının bir neticesidir.

İlk kez 1928 Akbaba Dergisi’nde yan yana şiirleri yayınlansa da Necip Fazıl bu şiirini

daha sonraları yok saymış, adeta Nazım Hikmet’in bir şiiriyle yan yana

basılmasından ötürü kendi eserini lanetlemiştir.

Sonrasında Nazım Hikmet, Haziran 1929’da ‘Putları Yıkıyoruz’ başlıklı bir yazı dizisi

başlatır ve hem üslup hem de fikir olarak zamanın gerisinde kaldığını düşündüğü

şairleri bir bir eleştirmeye başlar. Bu eleştirilerden elbette Necip Fazıl da nasibini alır:

‘Sen eskinin yenisisin ve en iyisisin. Ama eskisin’. Necip Fazıl ise kendisine şu

sözlerle yanıt verir: ‘Yeni olmayı, yeninin en gerisi olmayı, eskinin en iyisi olmaya

tercih ederdi’.

Aralarındaki bu gerginlik 1930’lu yıllarda iyice alevlenir ve karşılıklı mektuplaşmaya

kadar varır. Yüz yüze görüştükleri bir esnada Necip Fazıl, Nazım Hikmet’e

‘Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun? Bu kadar adileşmeye nasıl

tahammül ediyorsun?’ diye sorunca Nazım Hikmet oldukça sinirlenir ve kendisine bir

mektupla cevap verir. Üstelik bu mektubu şahsına yollamak yerine bir edebiyat

dergisinde yayınlar.

‘(...) O lisan-ı mücerret dilinle Babıâli yokuşunun yollarını yalaman beni kahrediyor,

Necip!’

Necip Fazıl’ın, Milli Mücadele yıllarında harpten kaçıp Bolşeviklere sığınmakla

suçladığı Nazım Hikmet’e cevabı gecikmez. Kendisine, şairliktense potin boyacılığını

tavsiye ettiğini söyler ve ekler: (…) Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren

umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne

gelir?


***

Şairliğinin ilk dönemlerinde bir süre milliyetçilik akımına kapılmış ve bu görüşte birkaç

eser yayınlamış olsa da, sonraları fikriyatında ve kaleminde oldukça değişen sadece

Nazım Hikmet değildi. 1940’lı yıllarda İslam ekseninde şekillenen fikirlerini

okuyucularıyla paylaşan ve komünizmle mücadeleyi kendine rehber edinen Necip

Fazıl’ın da ilk eserlerinde, sonraki fikirlerini belki de utanca boğacak şekilde kadın ve

cinsellik ön plandaydı. Her iki usta kalem de kuşkusuz ki hem kendi kendileriyle hem

de birbirleriyle ve dahi başka kimselerle fikren çatıştıkları bir ömür sürdü. İkisinin de

fikirlerini paylaşmak ve yaymaktan başka bir gayesi yoktu. Bu uğurda çoğu zaman

birbirlerini acımasızca eleştirmiş ve hatta derinden yaralamış olsalar da Necip Fazıl’ın

bir röportajda muhabire sinirlenerek sarf ettiği şu sözler, aslında ilişkilerinin özeti

gibiydi:


‘Yahu sen ne diyorsun? Ben sağcıymışım da, Nazım solcumuymuş da,

birbirimizin düşmanıymışız da, yok daha neler! Ulan hıyar, biz Nazım’la bütün

gün siyaset tartışır; akşam olunca da Beyoğlu’nda beraber kız peşinde

koşardık be!’



Yazar: Esin Özen