Şimdi ben gidişinin yarattığı sarsıntı ile oluşmuş bir yığının altındayım. Anılar üzerime yığılmış. Geri dönme ihtimalinin verdiği umut ile hayattayım sanki ya da çoktan öldüm farkında değilim.


Zihnimde hep gidişin canlanıyor. Reklam panolarında dönen videolar gibi. Hani bir yerde, herhangi bir şey beklerken gözün sürekli panoya takılır. Bir kez en başından sonuna kadar izlersin. Sonra yer yer bir başına denk gelirsin, bir ortasına, bir sonuna... Gidişin tıpkı böyle dönüyor zihnimde. Bir eşyalarını toplayışın, bir turuncu valizi sürükleyişin, bir kapıyı çekişin.

Bu nasıl donuk bir yüz ifadesi? Benim gözyaşlarım düştüğü yeri yakarken şimdi sana dünyada hangi eşi benzeri görülmemiş madalyayı vermek lazım? 


Turuncu valizi unutmalıyım ama an’ın içinden çıkamıyorum. Onu unutsam ne olur; masada yarım kalmış kahven duruyor, duvarda çerçeveye hapsolmuş iki yüz gülümsüyor. Balkon kapısı yine ardına kadar açık ve içeriye hayalet kahkahalar doluyor.


Zaman kavramı yok. Hangi gün, hangi ay, hangi mevsim bu? Anız mevsimi mi? Baş edemeyeceğim, ya ateşe tutulacak bu bahçe ya yalınayak kaçayım derken ayaklarım kanayacak.


Kalkabilirsem bu anı yığınının altından, başarabilirsem ayaklarım kanarken koşup kaçmayı; yüzüme donuk bir ifade konduracağım. Masanın üzerinde yarısı içilmiş bir bardak kahve duracak. Kalbim hiç bir zaman sevgi ile dolup taşmamışçasına sürükleyeceğim valizimi kapıya. İkincilik madalyası benim olacak. Çünkü aklına hiç bir zaman gelmeyecek ve tabi kalbini sızlatmayacak tek bir cümle dolaşıyor olacak zihnimde.


 “Bir valizin içinde eşyalarımız birbirine karışmayacak. Hiçbir zaman.”