"Beni sen delirttin." demişti bana. "Ben neler yaşadım biliyorsun. Hiç kimse, hiçbir şey beni bu raddeye getirmemişti." Onu öylece dinlemiştim. Delirenin kendisi olduğunu düşünüyordu, beni nasıl delirttiğini bilmeden. Hoş, tepkilerini dışavurum şekli tam deli işiydi. Abartıyı ve şovu severdi. Oysa bunları ben de severdim. Ama onun karşısında öyle bir şov yapmak yürek isterdi. Korktuğumdan değil, iş çığırından çıkardı ve biz yine birbirimizden kopmazdık. Sonu belli olan hikayeyi uzatmak istemezdim. Özellikle onun yapısını kavradıktan sonra, bu parlamaları en kısa sürede söndürmekten başka bir dileğim olmuyordu genelde. Ben onun gösterisini müthiş bir sakinlikle seyreder, o biçimsiz ama oldukça şiddetli iniş çıkışlarını sergilemesine adeta müsaade ederdim. Onu kaybetmemek için, onun kendisini kaybetmemesi için. İşte, ben de kendimi böyle kaybettim.


Tanışmamız çok eskilere dayanıyordu. Neredeyse ilk görüşte, çok güçlü bir bağ ile birbirimize bağlanmıştık. Bazen bir yeri ağrıdığında benim de tam oram ağrırdı. Normalde içten içe insanların acılarını benden uzakta yaşamalarını dileyen ben, onun acısını bizzat dindirmekten büyük keyif duyardım. Bana anlatmasını, o hep karmaşık ama masum bulduğum iç dünyasını bana açmasını bambaşka bir hazla dinlerdim. Ben de ona kendimden anlatır, çoğu zaman anladığını veya anlamaya çalıştığını görürdüm. Bu çaba, bu konuşmalar, bu içimize sığdıramadığımız samimiyet beni evde hissettirirdi. Hayatımda böyle biri olduğu için çok şanslı olduğuma emindim. 


Sonra? Sonra bir şeyler değişti. Ya da şeyler hep aynıydı; ben değiştim. Onu hayatımdaki en özel insan gibi değerlendirmeyi bırakıp, normal biri gibi değerlendirmeye başladığımda anladım yanlış yaptığımı. Aslında belki yaptığım yanlış değildi. Onunla olmaktan acı çekmemenin tek yolu buydu, onu iyi tanımamak. Ama lanet olsun ki artık tanıyordum. Onun nasıl biri olduğuna dair bu farkındalığı ne zaman ve nasıl edindim bilmiyordum ama artık bu farkındalıktan kaçamıyordum. Elbette ki bir anda olmamıştı fakat onu sorgulayabileceğim ihtimalinden bile bihaber geçirdiğim onca yıldan sonra ne olmuştu merak ediyordum. Büyümüştüm belki. O ise, bendeki koşulsuz sevginin yokluğunu fark etmeye başladıkça, kendi çapında bununla savaştı. Beni kaybetmemeye çalıştığını söylerken verdiği savaşlar bana o kadar geçmiyordu ki, beni bu kadar tanımıyor oluşuna her seferinde deliriyordum. Beni düşündüğüm gibi anlamadığını sindirmem zaman aldı. Zaman, aldı. Ondan, benden, en çok da bizden. Her mücadelemizin sonu hep bir şekilde ona; onun geçmişine, onun travmalarına, onun çıkmazlarına bağlanıyordu. Sıkışmıştım, çok. 


Bir gün, onu kaybetmemek için adeta hafızamdan gururumu ayak altı etmemi bana hatırlatacak tüm anıları silmeye çabalarken, olanca normalliğimle yine karşısındaydım. Beynime, kalbime, ruhuma hayatımın işkencesini çektirmemiş gibi, o da olanca normalliğiyle karşımdaydı. Bence benden nefret ediyordu. Ona göre ondan nefret ediyordum. Şöyle bir bize baktım. Mutlu muyduk? Cevap netti ama yetmiyordu. İkimiz de birbirimize katlanamıyorduk ama resmen muhtaçtık. Bu karmaşaya değiyor muyduk, anlamaya çalıştım.


Hayatımdaki yerini kavramaya çalıştım. Onsuz olmak onun bizzat kendisinden bağımsız şekilde beni yerle bir edebilirdi. Hayatıma çaktığı kazığı söküp gittiğinde bıraktığı o yokluk izini kaldırabilecek güçte olsam bile, kapatacak güçte değildim. Hiçbir şeyin yokluğunu bir haftadan uzun hissetmeyen, yasını uzun süre tutmayı bilmeyen, hemen her konuda kendine yetmekle kafayı bozmuş olan ben; konu o olunca işte böyle ortada kalıyordum. 


Onu yalnızca, beni zaten çok az olan insani özelliklerimin varlığına inandıran bir "şey" olarak görüyor olabilir miydim? Merhameti, fedakarlığı, sevgiyi gösterdiğim neredeyse tek kişi olması mı beni ona muhtaç yapıyordu? Ona muhtaç mıydım? Bilmiyordum.


Lanet olsun.