Upuzun sıranın başında, sıradakilere nazaran yüksekçe bir yerde elektronik kasanın arkasında, başını hiç kaldırmadan tuşlara basıyor, kısa ve net sorular soruyordu.

— Büyük boy ister misiniz?

— Hayır.

— Kola mı?

— Evet.

— Fişiniz, afiyet olsun.


 *


— Yok yok, bu iş böyle gitmez abi! Gel sabah 8’de, çık akşam 6’da. 10 saat çalış, ne geçiyor elimize, ne alabiliyoruz biz bununla? Telefonuma baksana, al oğlum al, iyi bak şuna. Camı kırıldı, gittim değiştireyim diye, bizim alt kattaki telefoncuyu biliyorsun, sordum: "Kaç para?" Adam bana "600 lira." diyor, ben daha telefonumun camını değiştiremiyorum lan! Mına koyarım böyle işin, Mustafa kardeşim, kusura bakma yani. Bu ülke yaşanılacak yerden çıkmış, ilk fırsatta gideceğim, sen de demişti dersin yani Mustafa kardeşim.


Mustafa hafifçe esmer, kısa boyluydu. Küçücük kulakları ona ilk bakan birinin gözlerini bir süre oradan ayırmamasını sağlıyordu. Kadir'in söylediği her şeyi dinliyor, ne derse kafasıyla onaylayıp hep aynı şeyi söylüyordu. Eline tutuşturulan telefona bir süre baktıktan sonra gözlerini kaldırdı:

— E gitmek lazım tabii ama o da zor iş diyorlar; dil lazım, kalacak yer lazım, para lazım…

— Yav kardeşim, biz burada insan gibi mi yaşıyoruz sanki? Gider biraz da orada hayvanlık yaparız. Senin haberin var mı bir ekran kartı kaç para... Bugün bilgisayar alayım desen 3 aylık maaşını bağlarsın, adamlar orada bir maaşıyla araba alıyor hey gidi heyyy! Yok kardeşim, ben gideceğim, demişti dersin.


*

                                               

Kadir yürüyen merdivenin sağında dikiliyor, aşağı doğru inen merdivenin tersine kafasını yukarı doğru kaldırıyordu. (Ulan bir senedir bu avmye gelip gidiyorum; patronun azarını işit, müşterinin ağız kokusunu çek, eline versinler 3 lira para; bir de yetmezmiş gibi, ödül verir gibi hallere girmiyor mu dürzüler, adamı delirtirler yahu!)


Otobüs durağına hızlı adımlarla yürüdü. Hava kararmış, gündüz yağan yağmurun kokusu geçmemişti. Gözünü yolun sonuna dikti, otobüslerden önce önlerinde yazan harflerin ve rakamların ışıklarını görüyor, sonra otobüsün silüeti beliriyordu. Otobüsü geldiğinde düşünceler kafasından kayboldu.


Oturduğu bina 4 katlı, 99 depremini geçirmiş, İstanbul’un sıradan gri, kısa, dar balkonlu apartmanlarından biriydi. Sokaktaki binaların uzun ince yapıları birbirine o kadar yakındı ki Kadir bazen sıkıştığını hisseder, sokağın sonuna ulaştığı an kendini bir labirentten çıkmış olduğuna inandırırdı. Evin içi ise çalıştığı avm kadar olmasa da kaotik bir ortama sahipti.


Babası Muzaffer Bey elli yaşlarında, emekli, minibüs şoförlüğü yapan, dinine bağlı, şükretmeyi bir terbiye olarak gören otoriter biriydi. Bu özelliklerin her birinin örf ve âdet olarak babadan oğula geçerek kazanıldığı belliydi ama kuşağın son halkasında bir uyuşmazlık olduğundan Kadir’in erişkinliğinden beri gelen aralarındaki gerginlik hiç son bulmamıştı.

Annesi daha on yedisinde evlendirilmiş, kocasını yaşam tarzından siyasi görüşüne kadar kopyalamış, onun düşündüğü şeylerin aksini neredeyse hiç düşünmemişti ve bu bir dayatmayla değil, doğrusunun bu olduğuna inandığı için gerçekleşmişti.


Merdivenleri çıkıp kapının eşiğine geldiğinde babasının ayakkabılarını göremedi. Biraz olsun sevindi, bundan da epey utandı.

                                                

Anahtarını kullanarak kapıyı açtı, dış kapı kısa bir koridora açılıyor, koridor bitişinde salon başlıyordu. Giriş kapısının hemen arkasında yerde babasının ayakkabılarıyla karşılaştı, hemen sonrasında da babasını koltuğun üstünde bir dizini kendine çekmiş, öbür bacağı aşağıda, elinde kumandayla görünce de mecburen salona doğru yöneldi. Babası dudağının kenarıyla gülümsedi, çay ve sigara içmekten sararmış dişleri üst dudaklarının altından belli oluyordu. Koca bir burnu ve kalın kaşları vardı. Elindeki kumandayı bırakıp gözlerini oğluna çevirdi:

— Oo hoş geldin bakalım, nasıl geçti iş?

— Bildiğin gibi, sabah git akşam gel, başka da bir şey yok.

— İyi iyi, çalışmak iyidir, ben senin yaşındayken inşaatta, buz gibi soğukta çalışırdım, sen avm içinde, sıcacık yerde çalışıyorsun, ne güzel valla!

— Valla pek de güzel değil. 10 saat kapalı kutunun içinde, ayakta dur, karşılığında ne veriyorlar? Verdikleriyle ne alabiliyoruz, orası muamma işte.


Konuşmanın daha başından, sonunu öngördüğünden olsa gerek, annesi lafa atıldı:

— Hele bir gelin de yemeğinizi yiyin, konuşursunuz sonra.

Bu beyhude çaba tabii ki de boşa oldu.

— Ne varmış? Neyin yok? Anan çorbayı koymuş, sıcak evine gelmişsin, sabahleyin bal, peynir, reçel önüne geliyor, işin gücün var, daha ne olsun? Az şükret, valla evin bereketini kaçıracaksın, ondan korkuyorum.


Kadir babasının huyunu bildiğinden böyle şeyleri uzun zamandır konuşmazdı ama bugün işteki yorgunluğu ve arkadaşıyla sohbeti onun, eve olduğundan daha gergin gelmesine sebep olmuştu.


— Valla sen anca karnının doymasına, evinin sıcak olmasına şükret; sabah 6’da kalkıyorsun, akşam 6’da geliyorsun; ne gezmeye gidersin ne dışarıda yemek yersin, hobin bile yok! Sana tabii güzel hayat.

— Allah Allah! Senin neyin eksik lan deyyuz!

— Valla benim neyim tam ki! Aha bu telefon kırılalı 3 ay oldu, daha ekranını değiştiremedim, bilgisayar desen zaten sizlere ömür, e bugün araba almak istesem 30 yıl kredi öderim, sizin gavur dediğiniz toplumlar bunların hepsini 1 senede yapıyor be! Dünyadan haberiniz yok. Sen hâlâ sabahleyin yatakta anamı dürt de ucuz ekmekler bitmeden sıraya girsin.

— Sen nabacan yav, desene hele bir.

— Gidicem ben.

— Allah Allah! Nereye gidecen bakalım?


Muzaffer Bey'in alaycı tavrı yüzüne yansıyor, Kadir'in daha çabuk öfkelenmesine sebep oluyordu. Yine de ciddiyetini bozmadan konuşmaya çalıştı:

— Amerika’ya.

— Neylen gidecen, paran mı var? Ne diye vize verecekmiş elin Amarikası sana, hele de bakalım bi!

— Aslan gibi mimarlık fakültesi bitirdim, çat pat dilim de var, neden almayacakmış beni?

— Ya sen bunları burada bitirdin de ne oldu, mimar mı oldun?

— Problem de bu değil mi zaten baba?

— Yav git hele, başımı şişirme akşam saati. Sen nereden öğrendin bunları, kim zehirledi acaba seni, yoksa iş yerindekiler mi, de bakiyim bana bi!


Kısa süreli tartışma yemeğin soğuyacağı uyarısıyla apar topar kapandı. Kadir daha montunu bile çıkarmamıştı, hızlıca soyunup tek kelime bile etmeden yemeğini yedi, ardından odasına geçti, yatağına yatıp telefonu eline aldığında uyuyakalmasına dakikalar kalmıştı.

Salonda ise konuşulan konunun artçıları devam ediyordu. Muzaffer Bey ikide bir kafasını sağa sola sallıyor, tövbe ya Rabbi demekten kendini alamıyordu.


— Ya kardeşim, ben halk ekmeği seviyorum, ne alakası var sabahın köründe ucuz ekmek için seni kaldırıp gönderiyormuşum! Bak bak, laflara bak! Bu çocuk valla işe girdiğinden beri çok değişti çok. Yakında komünist bile olur hanım, demedi deme ha!

— Ay Allah korusun, tövbe tövbe...


*

 

"Bu ay benzin yüzde 68 zamlanarak tüm zamanların rekorunu kırdı, ayçiçek yağı almak için çıkan izdihamda 1‘i ağır 2 kişi yaralandı, konut kiralarına yüzde 50 zam kapıda, ev sahipleri yüzde 100ʼe yakın zam istiyor. Ekmek kuyruğundaki vatandaşlar uzatılan mikrofonlara ekonomik kriz olmadığını, bu zamların tüm dünyada olduğunu söyledi."


Kapalı göz kapakları titreyip gözleri bir sağa bir sola doğru seyirdi, salondan gelen televizyonun sesini duymak istemiyordu.

Mutfaktaki sesler kahvaltı masasının çoktan kurulduğuna işaretti. Bir hışımla yatağından kalktı. Masanın içine doğru itilmiş sandalyesinin üstünden kırmızı şeritli iş gömleğini sırtına geçirdi. Mutfak masasının üstündeki ekmekleri görünce bıyık altından gülümsedi.

— Ekmekler de tazeymiş anne!

Kendisinin yüzünü göremediğinden olsa gerek sinir bozucu bir görünüşü olduğunu düşünmezdi.

— E yememiş babam hiç, hayrola?

Annesinin sırtı masaya dönük, mutfak tezgahında sürekli bir şeyler kesiyordu.

— E dizdin adamın boğazına, yer mi bir daha ekmekleri hiç, sen de az değilsin valla oğlum, yediğin önünde, yemediğin arkanda, yine de yetinmiyorsun.


Cevap vermedi, iş yerinden aranmak istemiyordu, önündeki yemeği soluk almadan yedi ve kendini evden dışarı attı. Gökyüzünün griliği bütün caddeye yayılıyor, temas ettiği her suratta kötü bir ifade bırakıyordu. Bazı anlarda hayatında mutlu olabileceği hiçbir durumun (olayın, anın) olmadığını düşünür, bulmak için ne kadar çabalasa da başarılı olamazdı, şu anda da bu durumlardan birindeydi. Her zaman bindiği otobüs durağını olduğundan daha kalabalık gördü, biraz daha devam edip metroya binmek kötü bir fikir değildi, evet böyle düşünmüştü. Metronun alt geçide inen basamaklarına vardığında hilal şeklindeki insan kalabalığı ve ortalarında konuşan kısa boylu, çatık kaşlı, sinirli adamı gördü. Ağzından tükürükler fışkırıyor, sağ işaret parmağını ısrarla havada tutarak sözcüklerinin sonunu ölümle bitiriyordu. Hilal şeklindeki kalabalık gittikçe hareketleniyor, kötü şeyler olabileceği hissini uyandırıyordu. Kısa boylu, sinirli adam sözlerine ara vermeden devam ediyordu; bizim burada (diyordu) hak talebinde bulunduğumuz şey insanca bir yaşam, lüks teknelere binmek değil evimize ekmek götürmek, pahalı arabalar değil eşitlik, yargı önünde eşitlik, hastanede eşitlik, okulda eşitlik, sınavda eşitlik, biz hayatta eşitlik istiyoruz! Bu konuşmalar devam ederken istemeden, belki de biraz arzulayarak kendini kalabalığın tam içinde değil ama yakınında buldu. Konuşmalar devam ediyor, kalabalığın önündeki kalkanlı polisler vatandaşları gittikçe sıkıştırıyordu. İçinden, her şey olması gerektiği gibi diye düşündü, eylem olması gerektiği gibiydi, polisler oldukça sakin bir görüntüdeydi ama aniden siyah şapkalı, uzun bir adam polislere doğru anlamsız bir koşu yapıp polis kalkanına tekmeyi savurdu. Ortalık o kadar hızlı karışmıştı ki tek hareketsiz duranın kendi olduğunu kollarına giren polisleri görünce fark etti.

 

Toplam 4 mahkemeye çıktı, hepsinde terör bağlantılı eylemci şüphelisi olarak yargılandı, kimseyi o noktanın işe giderken geçtiği güzergâh olduğuna inandıramadı, halkı kin ve nefret söylemine sürüklediği iddia edildi. İlk defa hâkimin gözlerine baktığında, kendisine karşı olan nefreti ve ön yargıyı gördü, toplumun dışına itilmeye çalışıldığını hissetti. Karar açıklandığında elleriyle korkuluğu tutmak zorunda kaldı.

Hâkim kararı, herkes ayağa kalktığında yüksek sesle okunuyordu: “Türkiye Cumhuriyeti anayasasının 23. maddesinin 4. fıkrası gereğince; vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, suç soruşturması ve kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlandırılmıştır.”


Sonuç olarak yüksek miktarda para cezası ve yurt dışı yasağı cezasına çarptırılmıştı. Tek ümidi olan yurt dışına gitme fikri de öylece ortadan kalktı.

 

Yine bir gün ailesi ve hiçbir arkadaşı olmadan, gelip gittiği davaların sonuncusundan dönerken eylemin olduğu meydanı gördü. Metronun aşağı inen basamaklarının önünde durdu, kafasını yukarı kaldırdı, uzamış saçları arkaya doğru devrildi. Seneler boyu ailesiyle yaşayıp aynı işe gidip geleceğini, babasının düşünce diktesinde yaşamak zorunda kaldığını, bu şehre tutsak olduğunu ilk defa burada kabullendi. Aşağıya uzanmış duran sağ kolu, montunun iç cebine doğru girdi, sigarasını alıp ağzına götürdü ve sırtını duvara yasladı. "Ah bi' gideydim…" dedi.