Koğuşun meydancısı olmak koğuşun şamar oğlanı olmaktan ziyade iyidir. Mocan, bunu çok iyi bilir. Dün koğuş ağasından yediği iki sille ile bunu tekrar hatırlamış, suratının yangınını sabaha kadar hissetmişti. Alt kat ranzasında eski hayatını, eski hayatında ne kadar akıllı ve muteber bir adam olduğunu, bir daha bu silleleri yememek için ne yapması gerektiğini düşünerek sabahlamıştı. Sabah ezanı için açılan mikrofonun sesini duydu, kalkma vaktinin geldiğini fark etti. “20-30 kişilik koğuşta ilk uyanan anasını sattığımın meydancısıdır.” diye söylendi. Ezan başladı. Mavi naylon terliklerini ayağına geçirip bin yıllık gibi duran beton mutfak tezgâhına vardı. Alüminyum çaydanlığı piknik tüpünün üzerine koyup bir kez daha sövdü. Mahkûm olmasına, koğuşa, koğuş ağasına… Tezgâhın üzerine yumurta tavasını, pet şişe ile gelen ne yağı olduğu belli olmayan yağı, tuzluğu ve birkaç yumurtayı bıraktı. Bir kez de yüzüne bakarak sövmek için kafasını koğuş ağasının yattığı yöne çevirdiğinde yumurtanın biri de kendini tezgâhın üzerinden yere doğru hafifçe bıraktı. Yere düşen yumurtayı temizlemek için tek dizi üzerine yere çöktü, o yumurtayı yumurtlayan tavuğa da sövdü. Tam tavuğun kocası horoza da bir çift küfür çıkacaktı ağzından, sol kulağının yanından bir karartı geçtiğini gördü. Kulaklarının ikisi de bir baskı ile dolmuştu sanki. Başının ardında, sırtında, kollarının ardında küçük noktalar hâlinde batmalar hissetmeye başladığında bir eli, ayakları ve bir dizi yerden kesilerek öne, tezgâhın altına doğru savruldu. Kopan gümbürtüyü ancak o zaman fark edebildi. Savrulup yarım tur dönerek girdiği tezgâhın altından sadece toz bulutu ve keskin bir ışık seçebildi önce. Birkaç saniye önceki gürültü yerine kırılan çatırdayan molozların sesi ve birkaç inleme işitti. Ezan sesi belli belirsiz duyuluyordu. Hemen ardından kulaklara batan siren sesi ile hiçbiri bir süre duyulmadı. Duvarı delen ve hatta yarısını yıkan bir patlama olduğunu anladı. Detayları anlamak için zaman ayırmadan önce hem gözleri hem de elleri ile yaralanıp yaralanmadığını kontrol etti. Koğuş birbirine girmişti. Molozların altında kalan yarısı görünen bedenler, molozlardan görünmeyen bedenler. Molozların üzerinden atlayıp koşuşturan bedenler. Önce öfke ile koğuş ağasını aradı gözleri. Sille yediği yanağına elini koymuştu. Emekleyerek önüne düşen koca beton parçasının üzerine doğru tezgâhın altından çıktı. Doğrulurken Bektaş’ın yardım çığlıklarını duydu. Gözlerini kısarak elleri ile havayı dolduran tozu aralamaya çalışarak sese doğru yürüdü. Bektaş’ın duvara dayalı ranzasının üzerine hemen yanındaki koğuş ağasının ranzası devrilmiş, üst ranzada yatan Bektaş tam patlama esnasında ranzadan inmek üzereyken iki ranza arasına bacakları sıkışmıştı. Mocan fark edince iki adımda ranzaya ulaştı. Birkaç telkin sözü ile arkadaşını sakinleştirirken bir adım geri çekilip çözüm arayan bakışlar attı. Etrafta hâlâ insanlar koşuşturuyor ve dayanılmaz şekilde gürültü yapıyorlardı. Gürültünün içinden birkaç el tabanca sesi, sonra da otomatik silahların sesi işitildi. Ne olduğunu düşünmeye dalacakken omzuna bir yumruk yedi. Koğuş ağası “Sersemliğini sonraya bırak!” gibi bir şey haykırdı Mocan’ın yüzüne ve elindeki levyeyi işaret ederek uzattı. Mocan, levyeyi alıp iki ranzanın arasında bir destek yeri bulmaya çalıştı. Koğuş ağası da elleri ile ranzayı itmeye çalışıyordu. Sonunda levyeyi doğru yere dayayarak koğuş ağasına Bektaş’ı kucaklayarak çıkarmasına yetecek kadar bir boşluk oluşturdu. Hemen birer kolu omuzlarına dolayıp ışığa, duvara doğru üçü bir yöneldiler. Birinin ayakları yerde sürünmüyormuş gibi bir hamlede kendilerini dışarı attılar. Dışarısı tam bir şenlik. Yüzlerce insan koşuşturuyor. Tepede uçan, henüz yeni havalanmış gibi görünen birkaç helikopter. Ellerinde küçük silahlar, bıçaklar, sopalar olan çıplaklar. Ellerinde büyük silahlar olan üniformalılar. Çoğu nereye doğrultacağını bilmiyor, bazıları birbirlerini vuruyor. Helikopterler biraz yükselince gürültüler arasında ezan sesi tekrar duyuldu. Üçü bir etrafına bakıp olanları anlamaya çalışırken hapishane duvarlarının üzerinden dağ büyüklüğünde ışık ve duman yığının yükseldiğini fark ettiler. Peşi sıra kulakları delen patlama sesi ile yer sallandı. Üzerlerinden filo denecek kadar çok jet uçakları aynı istikamete doğru ok gibi fırladı. Peşinden sesleri hapishane avlusunun üzerine çöktü. Bu çok açık ki büyük bir savaştı. O yüzden üniformalılar ve üniformasızlar silahları nereye doğrultacağından emin olamıyorlardı. Bektaş’ı sırtlarından indirmek için nispeten sakin bir duvar dibini gözlerine kestirdiler ve yanaştılar. Bektaş’ı yere bırakıp duvara dayarlarken Mocan etrafa göz ucuyla baktı. Birkaç adım ötede alnından vurulmuş yatan beyaz atletli at hırsızının elindeki palaya benzer bıçağı gözüne kestirdi. Kalabalığın “Allahuekber” nidaları ile sabah ezanının son “Allahuekber”leri üst üste binmişti. Koğuş ağası da başını göğe çevirmiş, nidalara eşlik ediyordu. Mocan yavaşça palaya doğru süzüldü. Eğildi. Aldı. Doğruldu. Diğer eli ile sille yediği yüzünü sevdi. “A benim canım yüzüm…” der gibi sevdi. Ağaya doğru iki adım attı ve palayı havaya savurdu. Ağanın kendisini fark etmediğini ve gözleri kilitlenmiş şekilde gökyüzüne baktığını görünce kafasını istemsizce göğe kaldırdı. Kendilerinin üzerlerinden henüz uzaklaşmakta olan bir uçak ve uçağın bıraktığı çok belli olan devasa bombayı gördü. Gökteki bombanın hemen yanında kaldırdığı palayı gördü. Palayı kaldırmaya sebep silleyi gördü. Silleyi yediği anı gördü. Hapishaneye ilk girdiği günü gördü. Hapishaneye girerken son gördüğü yüzü gördü. Son gördüğü yüz ile ilk tanıştığı ilk günü gördü. Böyle böyle hayatının bütününü gözlerinin önünde bir bir gördü.
Üç beş dakika
Yayınlandı