Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Füruğ Ferruhzad
Sylvia Plath, ilk şiirini sekiz yaşında yazacak kadar hisliydi. Başarılı ancak bu başarısını erkek çocuklarıyla yarıştırmaması gerektiğini çok erkenden öğrenmiş bir çocuktu. Hayatı ikinci sıradan takip etmesinin ardında elbette ki soğuk bir Alman baba ve kuralcı bir Avusturalyalı anne vardı. Mükemmel olmasını bekleyen anneye karşı korkusunu sevgi kaynağına çevirmesi, bir kez olsun belki de kucaklaşamadığı babasından hesap sormadan onu sekiz yaşında kaybetmesi (Bknz: “Baba” adlı şiiri) Sylvia için hayatının geri kalanında büründüğü kimliklerinin mimarıydı. Kendiyle dövüştü. Dövüşmek zorunda kaldı. “Babacığım öldürmek zorundayım seni, ben zaman bulamadan ölüverdin…”
Bir babası vardı evet, öyle bir kelimenin varlığının bilincindeydi. Nefretse nefret, bağlılıksa bağlılık; bu gelgitlerle hesabını kapatamadı hiçbir zaman. Sonuç olarak 21 yaşında gelen ilk intihar girişimi... Aşırı dozda uyku hapı. Eril dünya ölmesine izin vermedi ve hesap kapanmadı. Böyle sivrilemezdi, yola gelmesi lazımdı, elektroşok tedavisi çözüm olarak görüldü. Sylvia için intihar artık sanatsal bir temaydı.
Tüm bu gelgitli ruh haline rağmen evet o da sevdi ve evlendi. Evlat olarak mükemmel olmaya çabalayan Sylvia eş olarak çok yabancı olmadığı kadınlık durumlarıyla mücadele etmeye ve aynı zamanda yazmaya zaman ayırmaya çalıştı. Eşi aldatmasaydı daha da katlamaya devam edebilirdi. Hiçbir şekilde hayatı yakalamasına izin verilmiyordu. Daha sonra sıcak yuvaları mezara benzetecekti. “Pek yakında, evet pek yakında mezar inimin yediği etim gene üstümde olacak eve gittiğimde…” “Çay getirecek, baş ağrılarını geçirecek ve ne dersen yapacak bir el. Evlenir misin? Garantisi var…”
Oturdukları evin sahibiyle aldatıldığını öğrenen Sylvia için artık sona gelinmişti. Çocuklarıyla birlikte Londra’ya yerleşti. 1962’de hastanedeki kadınlar koğuşunda geçen “Three Women” (Üç Kadın) adlı oyunu bir radyo için yazdı. Biri normal doğum diğeri düşük yapan, sonuncusu da çocuğunu evlatlık olarak veren üç kadının konuşmalarından oluşuyordu. Evlilik, kadın ruhlarının lanetlendiği bir evde erkekle birlikte yaşamak olarak betimleniyordu.
“Sırça Fanus” onun otobiyografik romanıdır. Ancak annesi bu romanı ABD’de yayınlanmasına engel olmaya çalıştı. Sadakatsizliği anlattığı bölümler eski eşi Ted tarafından sansürlendi. Günlüğünün eşinden ayrıldıktan ölümüne kadar olan bölümü hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Sylvia hayatının sürekli sansüre uğramasını engelleyemiyordu. “Ariel” adlı şiir kitabının ödül alacağına inanıyordu ancak o dönemde kadın ve şair kelimeleri yan yana çok hazmedilemiyordu. Muhtemel sonuç alındı, ona ödül vermediler. Tüm bu kitapları aslında ölümünden sonra edebiyatta kendine yer bulacaktı ve ölümsüzleşecekti.
“Sırça Fanus” romanı basıldıktan bir ay sonra intihar yine tutmuştu onun elinden. Çocuklarının başucuna süt ve kurabiyelerini koyup kapıların altından gaz girmesin diye sıkıca bantladı. Mutfağına -sırça fanusuna- geçip fırını açtı ve başını içeri uzattı. “Gri kadife koltuğa yasalanıp gözlerimi kapadım. Sırça fanusun havası çevremi sarmıştı, kımıldayamıyordum…” “O sırça fanus ki, içinde ölü bir kelebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür...”
Nilgün Marmara, 1958’de doğdu. Mezuniyet tezinin adı “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi” idi. Yetişkinliğe güvenmedi hiçbir zaman. Bu nedenle çocuk sahibi olmayı reddetti. 1982’de evlendi. Eşiyle oturdukları Kızıltoprak’taki ev Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, İlhan Berk, Cezmi Ersöz, Tomris Uyar gibi şairlerin sıklıkla geldiği bir yer oldu. Herkesten gizli yazardı şiirlerini. O hem bir kadındı hem de bir çocuk.
Eşinin işi nedeniyle bir süre Libya’da yaşadılar ancak orada gitgide büyüyen bir yalnızlığı oldu. Türkiye’ye dönmelerine rağmen ruh sağlığı bir türlü toparlanamadı. Gittiği doktorlar yazmaması gerektiğini, bir süre ilaç tedavisini önerdi. Bir tanığa göre de bir doktorun tacizine uğramıştı ve bu onu iyice bitirmişti. Huzursuzluğu göze alarak yazmaya ve düşünmeye hiç ara vermedi. Bir gün eşi eve geldiğinde dağılmış ilaçları gördü, pencerenin arasına sıkışmış perdeyi fark edip aşağıya baktı. Nilgün aşağıda yatıyordu. Atlarken çığlık bile atmamış, sessizce ayrılmıştı bekleme salonu olarak gördüğü dünyadan.
Defterine yazdığı “Hayatın neresinden dönülse kardır” cümlesi, üzerine yaptığı araştırma konuları aslında onun Manik Depresif teşhisini kolaylaştırıyordu. Sylvia etkisi dendi bazılarınca. Kadın yazarların intihara eğilimli olduğunu savunan bir bilimsel topluluktu bunlar. Böylece Nilgün’ün “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.” demesi ve Sylvia’nın Nazi imgesiyle anlattığı baba imgesine karşı başlattığı mücadele görmezden gelinebilirdi.
Nilgün’ün günleri 2010 yılında “Kırmızı Kahverengi Defter” adı ile yayınlandı. Yayınlanma ile ilgili bir sorun için Derya Önder eşiyle bir söyleşi yaptı.
O söyleşide eşi şöyle demiş: “Nilgün’ün şiir yazdığının bile bilmezdim. Bir kenarda pıtır pıtır bir şeyler yazardı.”
Eşi için ise Nilgün “Yabancıların en yakınısın sen.” demişti yaşarken.
Füruğ Ferruhzad, 1935’te Tahran’da doğdu.16 yaşında ailesinin isteği üzerine kuzeni Perviz Şapur ile evlendi. Aile evinin o sıkıntılı dünyasından kurtulmak için evlilik Füruğ’a da mantıklı geliyordu. Yaşının iki katı olan o adamla evlendi. Onun için eğitimine devam etmenin tek yoluydu bu. Füruğ intihar etmedi ama hayatını cehenneme çevireceklerdi zaten. 17’sinde anne oldu. Bir umutla çıktığı bu yolda yalnızlaştırılıyordu gitgide. Baskıcı bir eşin yanında ne kadar uzun süre kalınabilirse Füruğ da eşinin yanında o kadar kalabildi. Boşanma ile sonuçlandı evlilikleri. Ancak İran yasalarına göre boşanmış bir kadına çocuğun velayeti verilemezdi. Çocuğundan ayrı kalmak ruh sağlığını iyice bozdu. Bir karar vermesi gerekiyordu ve verdi. Çocuğunu geride bırakıp gitti.
“Kırlardaki kuşların mutluluk şarkılarını duyayım diye,
Kaçıyorum senden, senden uzakta açayım diye.”
Dul bir kadın olarak tabii ki toplum onu cezalandıracaktı. Bir süre sonra sinemacı İbrahim Gülistan ile tanıştı. Gülistan evliydi ve metres olmayı kabul etti Füruğ. Oğlunun boşluğunu doldurmak için bir çocuk evlat edindi. Yalnızlığı bir türlü dinmiyordu. Bir gün annesini ziyaretten dönerken trafik kazası geçirdi. Hayatını kaybetti. Cenazesi ortada kaldı. Çünkü o bir İranlı kadının ölümüydü. Ahlaksız kadının namazı kılınazmadı. İki gün bekledi cenaze, sonrasında toprağa verildi. Kısa bir ömürde İran/Fas edebiyatına adını yazdırdı. Hayatında tüm eril çevrelerce ahlaksızlıkla suçlandı. Aşkını yaşadı ama bedel ödeyen tek taraf vardı.
Ölüm bir kadın için fazlasıyla bir varoluş sorunu.
“Gel, ey erkek, ey bencil varlık
Gel, kafesin kapılarını aç
Beni bir ömür zindanda tutmuşsan eğer
Bari bir anlık olsun serbest bırak.”
Yazar: Ezgi Karaman
çağlar demirci
2023-01-20T14:06:01+03:00Kaleminize sağlık cok iyi... Yabancıların en yakınıydin sen diyen Nilgün'ün yalnızlığını belki bizde her an yaşıyoruz...
Ezgi Karaman
2021-05-07T13:33:25+03:00teşekkür ederim :)
Asey
2021-04-20T22:34:12+03:00Emeğinize sağlık gerçekten çok güzel olmuş 🌸
Ezgi Karaman
2021-03-05T19:32:58+03:00Kesinlikle devam ediyor. Alışmamayı öğrenmeliyiz.
Burcu Çiçek
2021-03-05T13:23:33+03:00Okurken çok etkilendim eline sağlık ablacım
Yasemin Çargıt
2021-03-05T00:25:23+03:00Teşekkür ediyorum bu içerik için emeğinize sağlık.
Enes
2021-03-04T21:36:53+03:00Çok acı. Daha da kötüsü, böyle yaşamların hâlâ aramızda bir yerlerde devam ediyor olması.