Bu öykü, tanıdığım en iyi yazar @üçüncü'yle beraber yazılmıştır.
Vahşi Kadınlar otlanıyor. Cam yarması, iki karıştan fazla ve kat kat göbekleri, yere sert basan ayakları korku salıyor. Devasa kalın kolları, iki yanından toprağa dayanmış. Ağızlarını verdikleri otlar taze ve yeşil. Açıp kapanıyor ağızları, toprak saçıyor etrafa, olan karıncalara, ağaçlarda çığlık atan bebe kuşlara oluyor.
Aç mı açlar. Bir haftadır yan gelip yatıyorlar. Mideleri dolu olana kadar otları kemiriyorlar.
Çiftçi bıkmış bu Vahşi Kadınlardan. Aman dokunma, lanetleniriz diyen komşularına küskün. Olan kendi çiftliğine oluyor, yağmurdan ve bereketsiz bahardan değil korkusu. Kocaman devasa aç Vahşi Kadınlardan korkuyor.
Her zaman ki gibi sandalyesine yığılmış. Ağzında sardığı sigarası, gözünde iri bir dürbün. Torunu ayağının altında, ağzında bir tekerleme ellerinde oyuncak dinozor.
“Yine kemiriyorlar tarlamı namussuzlar,” deyip koyuveriyor.
Elinde limonatalar ile karısı çıkıyor. Çirkin, kambur. Burnunda kocaman bir ben. Gözleri önünü zor görüyor. Kafasındaki başörtüsü rüzgardan havalanıyor.
“Öyle deme bey,” diyor karısı. “Lanetleneceğiz senin bu arsız sözlerin yüzünden.”
Adam dişlerini gösteriyor. Sarı ve pis. Bir balgam fırlatıyor tozlu ahşap merdivenlere. Sigarasını fırlatıyor ardına. “Zaten sizin bok yemeniz yüzünden şımardılar bunlar,” diyor. “Yok lanetlenirmişiz, yok bu olurmuş. Ulan olan benim tarlama oluyor!” Elleri sinirden titriyor adamcağızın. Cimleri yiyen kadınlara ok gibi doğruluyor parmakları. Ağızlarından toprak saçıyor. Ağaçta kuş kalmamış, anneleri terk etmiş yavruları. Gelincikler göçebe. Bulutların midesi bulanmış. Yoklar gökyüzünde. Güneş parlıyor sadece.
“Aman de bey, üfürükçü uyardı, hoca dua eyledi üzerimize. Köyün kaderi bizde derler. İnsanların umutlarıyla dalga geçilmek olur mu hiç.”
“Başlatma hocana da diğer köylü salaklarına da. Hepsi gelip gördü iri üç tane koca Vahşi Kadınları. Gözlerini kapattılar, mideleri bulandı yağmurda yedikleri cimleri ve pis ağızları görünce. Korkak kokuşmuşlar. Senin hatırın var üzerimde, ondan ses etmiyorum ama yeter. Burama kadar geldi,” diyor adam. Sesi sinirden çatlamış. Bir Vahşi kadınlara bakıyor bir karısına. Karısının gözlerinde korkuyu görünce, telaşı, yelkenleri mi indirsem diye düşünü veriyor. Hep başına bu merhameti yüzünden geliyor her şey. Gözü dolmuş karısına sırtını dönüyor. Ayağının altında Vahşi Kadınları umursamadan oyun oynayan torununa bakıyor. Uzun arı saçları parlıyor güneşte. Ağzında bir tekerleme, anlamsız sözlere karışmış salını veriyor. Sandalyesinden uzanıp başını okşuyor. Sağır ve dilsiz olduğu için nedense bir minnet duyuyor. Zavallı evladım diyor içinde.
Karısı limonatayı masaya bırakıyor. Alınmış anlaşılan. Tek kelime etmeden yürüyüp eve giriyor. Ardında ki kapılar çığlığı basıyor. Adam ofluyor. Yüreği daralmış. Ne yapmalı bilmiyor.
Vahşi kadınlar yedikçe doymuyor ve kocaman ağızlarıyla evine doğru gelmeleri an meselesi. Bir şeyler yapmalı ama ne?
Kalkıyor sandalyesinden. Torunu şaşkın bir bakış atıyor dedesine. “kal burada,” diyor. Bacaklarından yükselen sese ve belinin acısını umursamadan Vahşi Kadınlara doğru yürümeye başlıyor. Torunu ardından ayağa kalkmış. Şaşkın ve küçük. Gölgesi bacaklarına sinmiş dedesine bakıyor.
Adam Vahşi Kadınların önüne geldiğinde alnındaki terleri siliyor. Güneş gavurluk yapıyor ve yürümek için fazla yaşlı.
Üç tane devasa Vahşi Kadın dikiliyor önünde. Adamı hiç umursamıyorlar. Tüm varlıkları yemek, ağıza atılan cim ve toprak. Ağızlarının etrafı toprak parçasıyla dolup lekelenmiş, suratları kirli ve yüzleri güzel. Adam ilk defa dürbün değildi çıplak gözlerle görüyor Kadınları. Güzellikleri karşısında şaşırıyor. Alnındaki çizikler birikiyor ve dudağı büzülüyor. Tanrısı için dualar okuyup köydeki herkesle iyi anlaşan karısından daha güzeller kadınlar. Suratları kirli ama güzeller; neredeyse bebeksi bir masumlukları var.
Nedense aklına karısı düşü veriyor. Dindar ve cefakâr karısı; Vahşi Kadınların gelmesine ne de sevinmiş olmalı, köyün göz bebeği. İmamın kutsal talebesi. Köydeki herkes durdurup sorular soruyor karısına. İlgi sağanak gibi düşüyor başına. Ne çirkinliği önem arz ediyor ne de sıkıcı kelimeleri. Herkes seviyor onu. Vahşi Kadınları uzak tutan bir kahraman o. Güzel sözler ve hediyeler peşi ardı kesilmiyor karısına. Adamın Vahşi Kadınlara dokunmama nedeni çirkin karısı. Kıyamıyor karısına.
Adam ilk defa Vahşi Kadınlar hakkında ne düşüneceğini şaşırıyor. Azarlamaya, defolup gitmelerini söylemek için gelmiş oysa buraya. Üç Kadın, devasa, bir ev büyüklüğünde, adamı hiç umursamadan toprağı eşemeleri dikkati çekiyor. Bir an dursalar suratlarında bir korku beliriyor, telaşa kapılıyor yüzleri. Adam geri adım atıyor. Vahşi Kadınlarla arasında on adım fark olsa da geri adım atma ihtiyacı hissediyor. Sanki bu canlıların kutsal alanına girmiş gibi hissediyor kendi. Kirli ve suçlayıcı bir sıcaklık boğazını sıkıyor.
Tekrar kendini zorluyor adam, gözlerini kısıp devasa Vahşi Kadınlara bakıyor; Üç taneler. Biri banyoda düşük yapan bebeğini hatırlatıyor. Bir diğeri, çalışırken kanlar içerisinde bulduğu karısının çığlıklarını hatırlatıyor, bacaklarının arasında nefessiz bir canlı görüntüsü beliriyor. En son olanı, arasında en küçüğü ve tombul yağlı göbeğine rağmen en tatlısı. Akşamları tavanı izlemesine neden olan küçük kızını hatırlatıyor: doğar doğmaz ecelin kirli elinde nefesini verirken ölmüş kızı gibi suratı...
Adam nefes alamıyor, boğazında bir tutam hüzün, gözleri nemli. Ellerinin titrediğini fark ediyor ve anılar, o kahrolası anılar bıçak gibi deşiyor kalbini.
Fakirdi adam, fakirdi karısı. Bir tarla bir ev, Tek sahip oldukları. Kışı ve yazı zor geçiyor, fırtınalar dolu bir vadide ekinler uçuyor, yağmurlar azıyordu. Kış bitmesi için edilen dualar, yağmur yağmaması için söylenen ağıtları kimse duymuyordu bu vadide. Adam fakir ve bunun farkındaydı. İstemiyor bir çocuk. Karısı istiyor. Ağlıyor ve istiyordu. Düşükler üst gelince yatalak karısı ile indiğini hatırlıyor şehre. Beyaz önlüklü adamlar ve kadınlar bir şeyler yapıyor. Ertesi yıl bir çocuk elinde. Büyüyor. Erzakları az, yiyecekleri ucu ucuna bitiyor. Çocuk zayıf ve biraz da gerizekalı. Kendini suçluyor ve doğmamış çocuklarına iyi ki doğmadınız diye dua ediyor. Ne verecek sevgisi, ne de erzakları var adamın. Anılar belirmiş, adamı çimdikliyor. Çocuğu şehre taşınmış, evlenmiş bir torunla çıka geliyor. Şimdi yıllık izninde, sağır ve dilsiz kızları, torunu ile ilgileniyor adam.
Üç kocaman Vahşi Kadın. Biliyor kim olduklarını, biliyor üstündeki laneti. Hiç bir zaman göz yaşı dökmediğini hatırlıyor doğmamış çocuklarına. Hatta içinde bir sevinç kırıntılarının dansa tutuştuğunu hatırlıyor. Erzakları kendisine kalacak. Sürekli ayağının altında gezen veletlere yoktu sevgisi. İşi gücü tarla sürmek ve ekin kesmek. Yoktu zamanı çocuğa, verecek şefkati de, İstemiyordu da.
Karısı yetiyordu. Sevgi denen şeyin fiyatı yüksek, adamın cebi delikidi. Düşük eyleyen son bebeklerini rüzgarlı ve yağmurlu bir öğlen gömüşlerdi karısı ile. Adam sevinçli, kadın hüzünlü.
Sonra bilim diye tutturmuş karısı. Köyde işitmiş, varmış bir hikmeti diye. Sonra bir çocuğu oluvermişti. Gelini peşinden, sonra ise bir torun.
Ama rüyalarında hala eksik olan üç bebeğin sevinci vardı. Sanki hayata karşı pazarlığa tutulmuş ve yenmişti. Hileli zarlar elindeydi. Kazanmıştı.
Üç kocaman Vahşi Kadınlara bakıyor; iştahla cimleri yerken göbeklerinin dalga dalga sallanmasını izliyor. Suratlarında bir bebeksi ifade ve sevgi kırıntısı arayan gözlerde çaresiz bir korku sinmiş.
Adam arkasını bakmadan eve doğru yürüyor. Güneş sırtında, gözleri ıslak ve çalışmaktan nasır tutmuş elleri yumruk. Yürüyor bacaklarının ağrımasını umursamadan.
Torunun yanına yaklaştığında okşuyor kafasını ve gülümsüyor. Karşılık veriyor kerata, çarpık dişleri beliriyor ve adam gözyaşlarını tutamıyor. Kendini sandalyesine salıverip karısının getirdiği limonatayı içiyor. Limonlar bu kadar pahalıyken içtiği şeyden zevk almak tuhafına gidiyor. Bir eliyle gözlerini siliyor ve masadan dürbünü alıp kızlarına bakıyor...