Uçsuz bucaksız bir uçurumda uçsuz bucaksız derinliğin karanlığı gibiydik. Sonu nerede belli değildi sadece belli belirsiz sonsuz bir karanlığa sahiptik. İkimiz de karanlıktık. Bir ışık hüzmesini bile içimizde bulunduramazdık. Çok alışıktık değil mi? Bu yalnız kadere, çok da kabuldük oysaki.
İkimiz de aynı kadere sahiptik değil mi? Bir ışık aradık, kabullendiğimiz karanlığımızı yıkmak için, sen çoktan gökyüzünde bulmuşken ışığını o ışığın da sana bir o kadar uzaktı. Ben asla ışığı bulamadım, büyülenemedim, sürüklenemedim peşinden...
Ben ışığı senin kararttığın karanlığında aradım. Var olmayan aydınlığını karanlığında hissettim. Tüm aydınlığını uçurumun dibine sakladığını hissettim. Sen gökyüzünde bulmuşken aydınlık ışığını ben ikimizin kabullendiği derin uçurumun karanlığında senin sakladığın aydınlığı aramaya çalıştım.
Sen derin uçuruma gömdüğün karanlığında kafanı kaldırmış gökyüzünü izlerken kendini bulduğun ışığın güzelliğinde kaybederken ben senin uçurumun en dibine gömdüğün karanlığa ulaşmak için öylece çabaladım. Sonunda dayanamadım sakladığın olmayan ışığına ölmeyi istedim her ulaşamadığımda.
En sonunda bedenimi bıraktım, karanlığın ile doldurduğun uçuruma. Hızlıca boğuluyordum karanlığında, karanlığımda...
Yaklaştığımı hissettim, sakladığın aydınlığına ulaştığımı sandım. Unuttuğum bir şey vardı. Fani bir bedene sahip olmamdı ve olduğunu varsaydığım dipteki aydınlığına kavuştuğum an ölecekti bu fani bedenim. Çürüyüp gidecekti, aydınlığında kimse de fark etmeyecekti. Ben gökyüzüne aşık bir adamın düzmece uçurumunun en dibindeki görmediğim aydınlığına kavuşmak için verdim hayatımı. Bir gün fark edip ölü bedenimi kaldırmak isteyen olursa dokunmasın bedenime. Ben bu yol uğrunda ölsem bile, her şeyimi yitirsem de bilmediğim bir aydınlık için canımı feda etsem de, evimin bu adamın uçurumundan olmasını isterim.