Uğultulu Tepeler, Emily Brontë’nin basılmış tek romanı, tek olmasına rağmen bir romanın lezzetli olabileceğini hissettiren nadir eserlerden. Gerek karakterleriyle, gerek karmaşık yapısıyla gerekse duyguları bu denli güçlü aktarabilmesiyle bir şaheser olarak da sayılabilecek bir roman Uğultulu Tepeler. Bugüne değin birden fazla filmin ve şarkının* konusu olmuş Heathcliff ve Catherine aşkı ise dillere destan bir ilişki. Peki, Uğultulu Tepeleri bu kadar özel yapan ne?
Uğultulu Tepeler’in tadını çıkarabilmek için Brontë kardeşlerin hikâyesine de biraz da olsa tanıdık olmak gerekiyor. Emily, Charlotte ve Anne Brontë kardeşlerinin üçü de adlarını yazdıklarıyla bugüne kadar taşıyabilmiş, belki de yazmak için doğmuş ya da damarlarında akan kanın içine yazarlık da karışmış diyebileceğimiz bir aileye mensuplar. İngiliz Edebiyatı’na kazandırdıkları bir iki cümleyle anlatılabilecek gibi de değil ama en kısa haliyle yarattıkları karakterlerin bugün bile ruhlarımızda yeri olduğunu, Heathcliff’in gölgelerde, Catherine’in camınızın dışında, Jane’in ateş başında oturduğunuz her an yanınızda ve Rochester’ın kütüphanenizin bir köşesinde olduğunu reddetmek klasik okuyucularından pek de beklenmeyecek bir hareket olur benim kanımca.
Brontë kardeşlerin birbirlerinin yazılarını okuduğu ve birlikte yaptıkları edebiyat sohbetlerinin içinde uzun saatler geçirdikleri de bilinen bir gerçek. Özellikle Uğultulu Tepeler ve Jane Eyre okumuş olanlarınız da katılacaktır ki karakterlerin zihin yapıları ve romanların karanlık unsurları bu sohbetlerin kardeşler üzerinde bıraktığı etkiyi açıkça gösteriyor. Bambaşka eserlerin içinde bile birbirlerinden parçalar bulunduran Brontë kardeşler yazmasaymış bugün İngiliz Edebiyatı’nda varlığından haberdar bile olmayacağımız ama eksikliği kalplerimizde bir boşluk olarak salınacak bir delik açılırmış.
Uğultulu Tepeler’de gotik unsurlara rastlamak kaçınılmazken romanı romantik dönem eseri olarak sınıflandırmak mümkün. Sevgi ve nefreti işlerken Brontë, kendimizi bu duygu selinin içinde kaybetmemek mümkün mü bilmiyorum. Eser boyunca bu çelişkili duyguları ve bir kimlik karmaşası durumunu yakından inceleme fırsatı buluyoruz. Uğultulu Tepeler ve misafir olarak kaldığı Linton’lara ait ev arasında kendi benliğini kaybeden Catherine’le başlıyor hikâyenin can alıcı kısmı. Kim olduğunu bilmemenin, belki de asla bilemeyecek olmanın boşluğu içinde ne istediğinden ve ne yapacağından asla emin olamayacak bir karakter Catherine. Edgar’ın ona sunduğu huzurlu ama eksik mutluluğu aşka tercih ediyor ve bu roman boyunca yaptığı en büyük ölümcül hata oluyor. Heathcliff’in yanından ayrılmamış olsa nasıl bir hikâye okuyor olacağımızı düşünmeden edemiyorum bu noktada. Aşkın gücüyle iyileşen bir karakter görür müydük Heathcliff üzerinden ya da zaten iyileşmesine gerek olmayacak kadar aklı başında bir karakter mi okuyoruz roman boyunca?
Bunun cevabını ilk önce Catherine’den sonra da Heathcliff’ten alıyoruz.
Catherine’in belki de en dokunaklı cümlelerinden bazıları yan yana geliyor ve şu paragrafı bir duygu aynasına çeviriyor:
“Nelly, ben Heathcliff’im! O hep, ama hep benim aklımda. Bir zevk olarak değil, tıpkı benim de kendim için her zaman bir zevk olmadığım gibi, ama kendimmişim gibi, tıpkı o benmiş gibi!”
İnsanın kendisinden ayrılması er ya da geç bir bölünmeye, bir çılgınlık haline yol açmaz mı? Açıyor. Birçoğunun hastalıklı olarak gördüğü karakterlerimiz aslında her birimizin içinde yatanların dizginlenmemiş halini gösteriyor yine bizlere. Catherine hep Heathcliff’le kalsaydı mutluluğun avucunda mı bulurlardı kendilerini bilinmez ama birbirlerinin yansıması olan bu iki karakterin hastalıklı davranmasının belki de yegâne nedeni kendilerinden vazgeçmeleri, ruhlarını gezinen bir başka bedenin içinde bırakıp ruhsuz olarak yaşamaya çalışırken bunun getirilerini kontrol edememeleri belki de. Ruhunuz başka birinin elindeyken vicdanınızı duymak, ruhunuza hala sahipmiş gibi yapmak mümkün olmadığı gibi bunu denemenin de Catherine’e olduğu gibi, bedeni içten içe tüketen, içinizin çürümesine sebebiyet verecek şekilde sizi yiyip bitiren bir olaylar silsilesine dönüşmesi de an meselesi olacaktır. Ruhlarının çoğu kişinin inandığı üzere “var olmaması” ya da “bozulmuş” olması gibi bir durumun söz konusu olmadığı, aksine Catherine’in ve Heathcliff’in bir ruh alışverişinde bulunabilecek kadar kendilerini istemeden de olsa birbirlerine adadıklarına inanmak ve bunu Heathcliff’in “Ruhum olmadan yaşayamam” feryatlarıyla da desteklemek oldukça mümkün. İçindeki iyiliği Catherine’in varlığından bulduğu ve onun ciğerlerinden çıkan nefesin Heathcliff’in içinde vicdan olarak yeşermeye yatkın olduğu da zaten kolayca görülebilecek bir durum. Ne zaman Heathcliff kendi kontrolünü kaybetse, ne zaman ki etrafındakilere zarar vermeye başlasa görüyoruz ki Catherine’e ulaşamamasına sebebiyet veren bir köprü var. Çocukluklarında yan yana geçirdikleri anlarda gördüğümüzden çok daha farklı bir Heathcliff görmemizin ilk sebebi de yine okuyanların da görebileceği gibi Catherine’in Heathcliff’le evlenmesinin doğru olmayacağını düşünmesi. Aralarındaki bağın kopmasa da görünürlüğünü kaybettiği, Heathcliff’in ruhunu Catherine’inse kalbini kaybettiği sahne tam olarak o nokta.
Yukarıda sorduğumuz aşkın gücüyle iyileşen bir karakter görür müydük Heathcliff üzerinden ya da zaten iyileşemeyecek kadar ne yaptığının farkında olan bir karakter mi okuyoruz roman boyunca, sorusuna cevaben Heathcliff’in belki de en dokunaklı sahnelerinden birini incelememiz yeterli olacaktır.
Heathcliff Catherine’i geri dönüşü olmayacak şekilde kaybettiğini anladığında “Catherine Earnshaw, ben yaşadıkça rahat yüzü görme! ‘Beni sen öldürdün,’ dedin, öyleyse peşimi bırakma! Öldürülenler, öldürenlerin peşini bırakmazlar. Yeryüzünde dolaşan hayaletler olduğunu sanıyorum, biliyorum bunu. Yanımdan hiç ayrılma! Hangi biçime girersen gir, beni çıldırt! Yalnız, içinde seni bulamadığım bu uçurumun dibinde beni yalnız bırakma! Of Tanrım! Anlatılamaz bu! Canım olmadan nasıl yaşarım! Ruhum olmadan nasıl yaşarım!”
Elbet, yas tutan bir karakterden beklenebilecek cümleler olmasına karşın, içinde bulunduğu noktayı ve Catherine’in olmayışının onda yarattığı derin sancıyı Heathcliff o denli güzel anlatıyor ki bu paragrafta, objektif olmayacak bir yorumla bugüne kadar okuduklarım arasından beni en çok etkilemiş paragraf olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Heathcliff gibi o güne değin zarar vermekten kaçınmamış, içinin en karanlık kısmını etrafındaki, Catherine dâhil, herkese püskürtmüş bir karakterin çaresizliği ve bu denli “hastalıklı” birinin bu çaresiz kendinden vazgeçiş anı edebiyatın altın anlarından biri kanımca. Heathcliff hikâyenin başından beri bencilliğiyle ve karanlık tarafıyla yenilmez bir kale gibi görünürken ve kendinden başka kimseyi düşünmediği imajını çizerken kendinden vazgeçebilecek noktaya gelmesi asıl trajik olan belki de. Sorunun da sorduğu gibi, Heathcliff aşk sayesinde düzelir miydi ya da zaten düzgün müydü ve Catherine’in de eşlik ettiği bir yolda toplum tarafından hastalıklı damgasını haksız yere mi yedi diye sorduğumda kesinlikle ne çarpık ne de hastalıklı bir karakterler dizisi okuduğumuza inanıyorum. Catherine, ona yol gösterici biri olmasına hasret, kim olduğunu bile anlayamayacağı bir noktada kiminle olmak istediğini anlamaya zorlanıyor. Özellikle de Catherine gibi bir karakterin bu noktada hata yapması belki de kaçınılmaz, ne istediğini ve onu neyin beklediğini düşünmeden bir yola atlıyor ve yolun büyük bir çoğunluğunda kim olduğunu unutuyor, belki de olmak istediği kişinin peşinde aslında olduğu kişiyi kaybediyor çünkü ona ait olmayan ve ait olmadığı birinin yanında olmak Catherine’i her geçen gün zaten öldürüyor. Ölümünün ani olduğu izlenimine kapılsak da romanı okurken, zaten Heathcliff’ten ayrıldığı andan itibaren yavaş yavaş soluklarını tükettiğini gözlemliyoruz Catherine’in.
Ruhları birbirine ait olan iki beden nasıl olur da birleşmez, birleşemez diye düşünmek de biraz haksızlık olur gibi geliyor çünkü ebediyen birbirlerine bakacakları yere zaten birbirlerinden ilk ayrıldıklarında girdiklerini ve bedenlerini beklediklerini biliyoruz.
“İnsanı insan yapan, yüzüne güzellik katan ve onu sevdiren tek şey kalbinin temizliğidir. Yoksa hepimiz aynıyız, etten ve kemikten oluşmuş bedenleriz. Bizi birbirimizden ayıran tek şey kalplerimizin özelliğidir.”
Mahsum
2020-11-05T23:43:47+03:00Birkaç zaman evvel merak ettiğim ve okuma listeme eklediğim bir kitaptı. Fikir sahibi eden, faydalı bir içerik. Kaleminize sağlık.