Ülkü; yedi yüz haneli Şavcan köyünün en eski taşlarına sahip Rum evinde, temiz kokan lakin fazlaca sert yatağında, avının kolunu kapan timsah gibi debeleniyor, görmekte olduğu kâbusun hakkını veriyordu.O sırada tüm ihtişamıyla ağır ağır doğmakta olan güneş, ışık huzmelerini pencereye vurduğunda kâbus ve gece bir süreliğine uyudu. Gözlerini açan Ülkü, terli ve sersemlemiş bedenine zaman tanımadan mutfağa giderek domates, peynir, ekmek ve çaydan oluşan kahvaltıyı hazırladı. Dedesi Mehmet’le ninesi Mukaddes'i dürtüp isteksiz bir şekilde odasına gitti. Üstüne tarlada yanmamak için ince giysiler geçirerek yedek kıyafetlerini bezden yapılma çantasına yerleştiriyordu. “Eksiğim var mı?” diye bakınırken aklına öğretmeninin kitaplığından çaldığı kitabı geldi. Biraz düşündü, kararını verip hızlıca çantaya sıkıştırdı. Ardından mutfağa yöneldi. Ailesiyle birlikte yemek yedikten sonra tarlaya giden köy ahalisine yetişmek için evden çabucak çıktılar.

Dedesi ve ninesinin akranlarıyla konuşmasını fırsat bilen Ülkü, ilerleyen kalabalığın arasında tarla fareleri gibi koşuşturdu. Her ne kadar kendine itiraf edemese de kavga edip küstüğü Elif’i arıyordu. Çok geçmeden buldu eski arkadaşını, yirmi adım ötesinde anne ve babasıyla birlikteydi. Az önceki atikliğinden eser kalmayan Ülkü'nün yüreğine iki ok saplanmıştı. İlk ok anne ve babanın sevgisiydi. İnsanın yaşamadığı bir duygudan yara alması Tanrının bu oyunu ne kadar iyi oynadığını kavramasını sağladı Ülkü’ye. İkinci ok ise küslüktü. Ölüleri geri getirememesine karşın küslüğü bitirebilirdi belki. Elif’e doğru adım attı lâkin yolda ayağına gurur takıldı, canı acıdı geri çekildi.Yol boyu iç sesiyle sohbet eden Ülkü, Orhan Ağa’nın konağını gördüğünde şaşkına döndü, yalnızlığıyla zaman iyi anlaşıyordu.

Konağın girişindeki Orhan Ağa ağzında piposu, beline koyduğu elleriyle bir yandan tarlaya giden köylüleri dikkatlice süzüp hızlı olmaları için azarlıyor, bir yandan da zihinsel engelli oğlunu kimseye sataşmaması için göz hapsinde tutuyordu. Ülkü kafasını çevirip Orhan pisliğine baktı ve her defasında sorduğu soruları yineledi kendisine: “Daha ne istiyor bu adam! Kocaman evi, otuzunda bir kuması, evini temizleyen, yemeğini yapan hizmetçileri, emrinde olan bir köy var. Bu hayattan söküp alacağı ne kalmış olabilir ki?Yoksa dünyada bundan fazlası mı var?”


On dört yaşındaki bir kıza göre fazla öfkeliydi. Bir keresinde kalabalıkta iken içinden konuştuklarını dışından konuşmuş, o günden sonra adı anarşiste çıkıvermişti. O kelimenin ne demek olduğunu bilemese de anormal bir şey olduğunun kanaatinde idi.

Hazırlıklarını yapan köylüler aletlerini alıp tarlaya girdiler. Ninesiyle dedesinin de gittiğini görüp yiyeceği dayağı şimdiden yüzünde hissederek, kitabını okumak için ayçiçeklerinin olduğu bölgeye doğru tabanları yağladı. Radyoda dinlediği maraton koşucuları gibi hayal ediyordu kendini, tabii ayağına darbeler savuran taş ve dikenler canını yakıp taşralı olduğunu unutturmuyordu.

Ayçiçeklerinin arasına karıştığında biraz soluklanıp ilerdeki çınar ağacına kadar istikrarlı adımlarla yürüdü. İsmini kazıdığı çınar ağacının önüne geldiğinde rahatlayıp kulağında çınlayan dedesinin arkasından bağıran sesini unutmayı tercih etmişti. Sırtını ağacın gövdesine yaslayıp gölgenin huzuruna kavuştu. Yüzüne vuran rüzgâr, akan terleri dans ettirirken bir yandan da elini kitabın kapağındaki kabartmalı yazılarda gezdirip gördüklerini sesli okudu: “Suç ve Ceza, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski.”

Kitabı çaldığını anımsayınca işlemiş olduğu suçunun bir cezası olması gerektiği düşüncesi içine oturduğunda kitabı geri götüreceğini sayıklayarak susturdu vicdan azabını.

Ayakkabı ve çoraplarını fırlatıp yalın ayaklarını nemli toprakta gezdirerek ferahladı. Sonra da dikkatini kitaba verdi.

“… Temmuz ayının başında çok sıcak bir günde akşama doğru genç bir adam, (S) sokağında kendisi de kiracı olan birinden tuttuğu odasından çıktı…”

Kırk dakikada otuz ikinci sayfaya kadar okudu ve dinlenmek için gözlerini kitabın satırlarından çıkarıp çimlere bakmaya başladı.

Beş adım önünde bir çift ayakkabı duruyordu. Üstü çamurla kaplanmış yeşil renkli deri ayakkabılardı bunlar. Böylesine pahalı bir ayakkabıyı bu arazide giymek düpedüz aptallıktı. Kafasını biraz yukarı kaldırdığında her tarafı yırtılmış bir pantolonla karşılaştı. Yutkunup önünde birinin olduğunu çok geç anlamasına sinirlendi, asıl aptal kendisiydi belki de. Endişe ve korkuyla gözlerini yukarı doğru çevirdiğinde kulaklarını sağır eden bir ses duydu. “Gümmm!” Bedeni ağaca gömülen Ülkü, Orhan Ağa’nın engelli oğlu Hasan’la yüz yüzeydi. Çıkan sesle coşan Hasan elindeki tüfeği yere atıp ağzındaki salyaları savurarak dans etmeye başlamıştı. Kızcağız şoka girip göğsünden akan kanların kitabı boyayışını izlerken çalışmak için büyükşehire giden bir köylü kadar masumca bakıyordu haline.

Ülkü, dedesinden yiyeceği tokadı, Hasan’ın onu nasıl bulduğunu, nasıl babasının tüfeğini aldığını… Hiçbir şeyi düşünemiyordu. Yalnızca aklında kitap vardı. Kalan son gücüyle konuştu kendi kendine: “Bu muydu benim suçumun cezası? İşlediğim suçun bedelini ancak canımla mı ödeyebilirdim?

Galiba can ile yapılan ödeme sefaletle yaşamış olanların para birimi…”

Gözleri kapanan Ülkü, eski bir kuyu gibi duruyordu taşranın ortasında. Derin, eski ve işlevsiz…