Bu hayatta var olabilmek sadece bir nefes alışımıza bakar. Ancak var olabilmenin tanımı bu kadar basit değildir. Yaşam dediğimiz bu döngü bize zamandan öte sunduğu başka şeyler vardır. Bunu kullanabilmek, kullanamamak insanın elinde olan bir şeydir. Kimileri bu imkanları sonuna kadar kullanır ve var olabilmenin acısını sonuna kadar da çıkartır. Kimileri ise uzatılan her imkana birazcık yaklaşmışken koca bir dalga tarafından oradan uzaklaştırılır.
Ben, dalgalara meydan okuyan o insanım. Ancak dalgaların bundan pek haberi olduğunu da zannetmiyorum. Başladığı her işi yarım yamalak kalan, başarıya ulaşmışken son an darbesiyle her seferinde yere yığılan o ümitsiz vakayım. Tüm bunlara rağmen ise adım Ümit. Annem, ileri görüşlü bir kadınmış ki adımı ümit koymuş. Her ne kadar ümitsiz bir vaka olsam da kendim başlı başına bir ümidim. Belki de var olmamla beraber başlayan bu ümitsiz yolculuğum, tam olarak kendimi yani ümidimi bularak sonlanacaktır. Ancak bundan pek de emin olduğum söylenemez.
Haftalardır tonlarca gazete arasından her gördüğüm iş ilanına başvurmak üzere sabahları yola çıkıyorum. Ancak tek bir işte bile dikiş tutturamıyorum. Günlerdir, dolmuş ve otobüse verdiğim parayla aslında iş bulabilmek için üstüne ben para ödüyorum. Eve bir katkım olsun diye çıktığım bu kısa yolculuklardan büyük bir zarar ile dönüyorum. Ancak böyle dediğime de bakmayın. Boş gezenin boş kalfası değilim ben de. Evin o yaramaz, tembel çocuğu ise hiç değilim. Aksine evin en büyük çocuğu, sakardan ziyade şaşkın. Neşeliden ziyade soğuk, beceriksizden ziyade çekingenim. Tabii tüm bunlar dışardan tam olarak böyle algılanmıyor. Sadece evet, böyleyim demek daha kolay. İnsanlara bir şey, nasıl anlatılırsa anlatılsın insanın kafasında şekillenen o insan asla silinmiyor. Belki üstünü karalıyor ama izi daima orada kalıyor.
Bu sabah yine erkenden uyanmış ve yeni bir iş görüşmesine gitmek için hazırlanıyordum. Evdekilerin “Yine mi?!” nidalarını duymamak için erken çıkmayı amaçlasam da babamın radarına yakalamıştım:
“Sana diyorum ki gel benim dükkânda işe başla. Ama yok, illaki her sabah o iş görüşmelerine gidilecek! Yok, işte olmuyor. Daha fazla zorlamanın ne manası var?” diyerek söylendi her sabah olduğu gibi.
Kendimi yine bu tartışmalarının içinde bulamamak için hızlıca banyoya girdim. Aynanın karşısına geçtim: “Bu sefer olacak!” dedim kendi kendime. İnanması zor da olsa en azından oraya gidene kadar bu yalana kendimi kandırmam gerekiyordu. Etrafındaki hiç kimse sana inanmasa da insanın kendine inanması gerekiyor. Olmayacağını bile bile de olsa, insanın bu inancı kendine duyması bir şeylerin hala bir ümit vaat ettiğini gösteriyor. İnsan kendinden vazgeçmediği sürece hep bir umut oluyor. Ben de ümidime tutunuyorum. İnsanların arkamdan dediği onca lafı işitmeme rağmen duymazlıktan geliyor, en yakın arkadaşımın bile arkamdan gülmesine sesimi çıkarmıyorum. Çünkü biliyorum ki sesim bir gün çok yüksek çıkacak. Yani… En azından öyle umuyorum.
Elimi yüzümü yıkayıp kimseden olumsuz bir şeyler işitmeme temennisiyle banyodan çıktım. Annem her sabah olduğu gibi bu sabah da aynı saatte sofrayı kurmuş ve çayları dolduruyordu. Benim işe yaramamazlığıma laf etmeyen tek kişiydi bu evde. Bana bu konuda arka çıkıyor ve her sabah aynı iyi dileklerle uğurluyordu beni. Tıpkı adımı Ümit koyduğu gibi, benden bu duyguyu esirgemiyordu.
Sofraya oturdum, herkes yine suspustu. Annem, babama karşı beni savunmaktan yıpranmış. Babam her sabah bana sitem etmekten usanmış. Ben ise bile bile her sabah aynı sona doğru gitmekten bıkmamıştım. Belki de öyle görünüyordum sadece. Belirsizlik, çaresizlik, umutsuzluk… Tüm bunlar arasında hangi birimiz gerçek kalabilirdi ki?
Karın guruldamamı bastıracak birkaç parça alıp sofradan kalktım. Her sabahki gülümsememi takınıp, yanaklarına birer öpücük dokundurdum. Paltomu giyindim, hızlıca kapıdan dışarı attım kendimi.
Sabahları insanın yüzüne vuran o keskin soğuk, kapıyı çarpmamla hissettirdi kendini. “Kendine gel!” İkazıydı bu. Derin bir nefes aldım. Burnuma düşen gözlüğümü düzelttim. Duruşumu dikleştirdim. Kendi hikayemi yazmak için o kalemi bugün elime alacaktım. Umutsuz bir kahraman olmayacaktım. Aksine adı gibi yaşayan bir kahraman olacaktım. Yüzüme hayallerin verdiği o büyük tebessümü takınıp yola koyuldum.
***
Koşuşturan insanlar, gıcırdayan ayakkabılar, devamlı açılıp kapanan o kapılar... Yine bir şirkete mülakat için gelmiştim. İsimleri farklı olsa da hepsi birbirinin aynısıydı. Buraya geleli birkaç saat olmuştu. Mülakat için birazdan beni çağıracaklarını söylemelerinin üzerinden de en az bir buçuk saat. Beklemeye alışkındım ancak ne dakikalar geçiyor, ne de bu uzun bekleyiş bitmek biliyordu. Bir kapı aralansa da en azından birkaç kişiyle konuşsam diye bekledim. Ne o kapı aralandı, ne kimse geldi. Neredeyse mesai saati bitmek üzereydi. Ben ise hala burada, aynı koltukta oturmuş bekliyordum. Evet, insan çaresiz olunca hayattaki o tek kelimeye tutunabiliyordu. “Belki.” Belki şimdi gelirler. Belki şimdi çağıracaklardır. Belki buradan çıktığım an... Belki de gitmemeliyim…
“Beyefendi, siz burada ne yapıyorsunuz? “Saatler sonra beni görebilen biri nihayetinde çıkmıştı.
“Ben mülakat için gelmiştim. Burada beklememi söylemişlerdi. Ancak sonradan çağıran olmadı. Ben de hala bekliyorum.”
Kadın şaşkınlıkla bana baktı: “Saatlerdir bekliyor musunuz? Bugün çok önemli bir toplantımız vardı bu yüzden mülakatları ertelemek zorunda kaldık. Hatta herkesi tek tek arayıp bilgilendirdik bu konuda. Sanırım sizi atlamışlar. Bu kadar saat boşuna beklemişsiniz. “
“Öyle mi? Olsun o zaman. İyi akşamlar. Geç de olsa haber verdiğiniz için teşekkür ederim.” Biraz daha otursam bütünleşeceğim o koltuktan kalktım, yine diğer günlerden farksız olan o duyguyla şirketten ayrıldım.
Yine unutuldum, yine fark edilmedim, yine beceremedim, yine işe yarayamadım, yine yerimde saydım. Her sabahki gibi “yine”, her zamanki gibi “yine”, “her” günkü gibi yenik düştüm. Yeni ümitlerle “her” sabaha araladığım gözlerim “yine” sel aldı ve “yine” değişen bir şey olmadı. Var olabilmem için somutluğum bir anlam ifade etmedi. Belki bu rüzgâr durur dedim. Durmadı. Belki değişir dedim. Değişmedi. Bu hikâyenin kahramanı bugün de yenik düştü hayata. Çeyrek asır yaşamış olması bir anlam ifade etmedi. Var olabilmek bambaşka bir şeydi. Duyulmak, görülmek, umursanmak… Bir hayalet gibi var olmak, havaya konuşmak. Kalabalığın ortasında yitip gitmek. O kocaman yalnızlık tanımını tek bedene sığdırmış olmak… Ne o rüzgâr dindi. Ne o kalabalığın ayak sesleri. İnsanlar hiçbir zaman duymadı, çünkü kendi var oluşlarını ortaya koymak için birilerini ezip geçmeleri gerekiyordu. O da ben oldum. Ancak ben ezip geçemedim. Sadece var olamamanın o dayanılmaz acısını içimde taşıdım. Bu bir başarı hikayesi değil, hiçbir zaman da olmadı. Herkesin sesi yüksek çıkmaz. Çünkü bağıran her insan, bir başka insanın çığlığını bastırır. Ben de o çığlıklara ev sahipliği yaptım. Yine de herkese, her şeye hatta kendime rağmen bile yanımda hep bir “ümit” taşıdım. Yarın da yeni bir yolculuğa çıkıyorum, yeni bir iş görüşmesine, cebimde taşıdığım, her geçen gün azalmasına rağmen o ümit kırıntılarıyla birlikte…
SON