Ege'de bir sahil kenarında denize nazır çay içiyorum sessiz bir akşamüstü, Ege'nin görebileceği en güzel akşamüstlerinden biri. Denizden gelen hafif rüzgar akşam olmazdan evvel saçlarımı okşuyor. Mesudum. İki hafta süren balayımızın son günü bugün. Fahriye'nin, yani sevgilimin, nefesimin, sebebimin, mutluluğumun, iki haftalık eşimin odamızdan çıkıp yanıma, otelin terasına gelmesini bekliyorum ve onu beklerken de Ege'nin güzelliğini seyrediyorum. Bu akşam İstanbul'a dönmemiz gerekiyor. Bardağın ortasındayken gözüm birkaç masa yanımdaki yaşlı adama takılıyor. Kırmızı benizli, bembeyaz saçları ve sakalları olan güleç yüzlü bir adam. O da benim gibi denizi izleyerek çayını höpürdetiyor. En az benim kadar mesut o da. Duruşu, tebessümü ve bembeyaz sakallarıyla bana birini hatırlatıyor. Ne zaman saçı ve sakalı beyaz, güleç bir ihtiyar görsem hatırlarım. Zihnimin derinliklerine kazınmış, tam on beş sene önce gördüğüm ve unutamadığım birini...


Teyzelerim ve annem, her sene hep birlikte dedem ve anneannemi ziyaret ederlerdi. Dayılarım, anneanem ve dedem İstanbul'da yaşıyordu. Evin kızları ise Anadolu'nun dört bir köşesine gelin gitmişlerdi. Yedi kardeş senede bir, birkaç haftalığına aynı anda aynı evde buluşurdu. Hep beraber yemekler yenir, senelik muhabbetler edilir ve bir iki haftalık süreçte Allah bilir kaç kilo çay içilirdi. Ve yine Allah biliyor ya yılın en zevkli günleriydi bizler için o hemencecik bitiveren günler. Çünkü kardeşlerin buluşması demek kuzenlerin de buluşması demekti.


Henüz on beş yaşındaydım. Anneanem ve dedemin oturduğu mahalledeki caminin altında bir market vardı. Yine herkesin buluştuğu o günlerden birinde beni ve teyzemin oğlu Samet'i oraya yollamışlardı. Biraz sebze, biraz meyve ve tabii çay aldırmak için. Doğrusu yedi kardeş ve her birinin ikişer çocuğu olduğu için ve çocukların yaş aralığı iki ile yirmi arasında olduğu için evde her gün bir orduya yetecek yemek hazırlanıyordu o günlerde. Durum böyle olunca sıkça alışveriş yapılıyordu tabii. Cami iki katlı bir yapıydı ve yalnızca üst katı cami idi. Alt katı ise kıraathane ve market olarak ikiye ayırmışlardı.Camiinin cemaati namaz aralarında bu kıraathanede çay ve kahvelerini içiyor, yaş ortalamaları elliyi aşkın olduğu için de bol bol maziyi anarak sohbet ediyorlardı. Ben sebzeleri aldım, Samet meyveleri yüklendi. Marketten çıkmıştık ki ilginç bir ses duyduk: "Hello!"

Ne olduğunu anlamadan aynı ses yineledi: "Hello, I'm here."

Birlikte sese döndük. Kıraathanenin önündeki masalardan birinde yan yana oturan üç yaşlı adam, amiyane tabirle üç hacı dayı gülümsüyor bize bakıyorlardı, içlerinden biriydi konuşan. Uzunca bir masanın tek bir tarafında oturuyorlardı yan yana. Bir yarışmanın ortasına düşmüştük ve jüri üyeleri bizi izliyordu sanki. Samet ile birbirimize baktık, sonra tekrar jüri üyelerine döndük. "Can you speak English?" dedi aynı ses bu kez. Konuşan ortada oturan jüri idi. Ben ne diyeceğimi bilemedim ve Samet'e döndüm. "Yes." dedi çekinerek. Hem çekiniyor, hem anlamaya çalışıyor hem de hakikaten İngilizce bilip bilmediğimizi düşünüyorduk. Samet "Yes." dedikten sonra yaşlı adam eliyle karşısındaki sandalyeleri işaret etti ve "Buyurun gençler oturun lütfen, çekinmeyin." dedi. Birbirimize kaçıncı bakışımız olmuştu hatırlamıyordum artık fakat tekrar birbirimize baktık ve ardından ben "Yok amca oturmayalım, teşekkürler." dedim gülümseyerek. Önce sağındaki sonra solundaki arkadaşına döndü "Görüyor musunuz gençleri, nasıl da kibarlar." dedi sesini ciddileştirip muzipliğini artırarak. Sürekli bir tebessümle oturan diğer yaşlı adamlar bir anda kahkaha attılar. O sırada başımı kaldırıp diğer masalara baktım, birkaç kişi gazete okuyor birkaç kişi muhabbet ediyordu. Doğrusu, alelusül selam verilen, kağıtların aralıksız karıldığı, sigara dumanının her yanı kapladığı, bayağı küfürlerin dışarıya taştığı lalettayin bir kahvehane değildi burası. Bu aşikardı. Tek eli ile bize oturun işareti yaparken bir yandan da çay ocağının başındaki çaycıya seslendi ve İngilizce bir şeyler söyledi yaşlı adam. Fakat ne dediğini hiçbirimiz anlamadık. Tabii çaycı da anlamadı ve bağırıverdi içeriden: "Anlamadım ağabey!"

"Gençlere diyorum Cemil! Çay ver çay!"

Doğrusu ikimiz de ortamın sıcaklığına kapılmıştık. Oturduk, poşetlerimizi ayaklarımızın dibine koyduk ve çayımızı beklemeye başladık.

"Kusuruma bakmayın gençler." dedi yine aynı yaşlı adam. "Birazcık İngilizce biliyorum da unutmamak için sizin gibi gençleri gördükçe onlarla alıştırma yapmaya çalışıyorum. Ee yeni nesil, yani sizler İngilizce'yi biliyorsunuz, bu sağımdaki saçsız arkadaş Ahmet, solumdaki sakalsız arkadaş da Mithat, bana da efendi derler, onlar bilse onlarla konuşacağım ama nerdee..."



Masadaki herkes gülüyordu. Hele biz Ahmet Mithat Efendi esprisini anlayacak kadar kıvrak zekalı olduğumuzu hissedip iyiden iyiye kahkaha atmıştık. Doğrusu muhayyilemdeki bütün kıraathanelerden farklıydı burası, bu yaşlı adam ve yanındaki iki kahkahabaz etraflarına çiçekler saçıyor, neşe dağıtıyordu. Şu an otuz yaşındayım ve güzel ülkemde böyle kıraathanelerin olduğunu bilmek de hala haz verir bana. O gün üçer bardak çay içtik ve yarım saat kadar muhabbet ettik Ahmet Mithat ve Efendi ile. Diğerleri hala aralıksız gülerken bizi masaya buyur eden yaşlı adam ile epeyce kaynaştık. İsminin Ümit olduğunu, aynı cemaatten olunca dedemi iyi tanıdığını, bir kuru yük gemisinde yıllarca aşçılık yaptığını, İngilizce ve Portekizce'yi iyi bildiğini, biraz da İbranice ve Arapça öğrendiğini, ne fırtınalara şahit olduğunu, limana kabul edilmedikleri için aylarca hareketsiz halde geminin içinde yaşadığını, denizin ortasında ilk yardımın nasıl yapılacağını, denizci düğümlerini, hatta korsanların saldırısına nasıl uğradıklarını ve daha birçok şeyi anlattı, o anlattı biz dinledik. O anlattı, biz dinledik. Diğer kahkahabazlar da gülmeye devam ettiler. Bir müddet sonra bizimle alay edip eğlendiklerini, o sebeple güldüklerini düşünmeye başlamıştık ki bizim yaşlı adam, ikindiye epeyce vakit var daha, diyerek kalkması gerektiğini söyledi. Gülüşmeler eşiğinde arkadaşlarıyla ve bizimle tokalaşıp gitti. Üçüncü bardaklarımızın yarısındaydık ki ben hatırı sayılır şekilde o iyi halden çıkmaya, bozulan asabımı nasıl tamir ettireceğimi düşünmeye başlamıştm çünkü hala gülüyordu bu iki yaşlı adam. Evet, gülmeleri güzeldi ama komik olan neydi bu kadar? Yoksa biz mi? Çenemi tutamayıp sordum:

"Amca kusura bakmayın ama neye gülüyorsunuz bu kadar? Biz bir gaf mı ettik yoksa?"

Ahmet olan ki aslında adı Cevdet imiş. "Yok evladım yok." dedi göbeğini zıplatıp gülmeye devam ederek. "Biz aslında mahkuma gülüyoruz."

"Mahkum mu? O da kim?" dedi Samet son derece ciddi bir ifadeyle.

"Az evvel masadan kalkan amcanız var ya, hani kendine efendi diyen. Bakmayın efendi dediğine biz ona aramızda mahkum deriz."dedi bir yandan gülmekten gözlerinden gelen yaşları peçeteyle silerken Mithat olan ki asıl adı Hasan imiş.

"Ne mahkumu amca? Biz, biz anlayamadık." dedim. Bütün masumiyetim ve çatık kaşlarım ile. Çünkü adamakıllı sıkılmıştık bu kahkahalardan ve gitgide aptal gibi hissetmeye başlamıştık.

"Ne mahkumu olacak oğlum, kürek mahkumu." dedi Cevdet Amca ve devam etti: "Ümit bizim otuz yılı aşkın süredir arkadaşımız, dostumuz, kardeşimiz. Bakmayın böyle neşeli olduğumuza, Ümit de biz de aslında bu kadar neşeli insanlar sayılmayız evlat. Fakat bugün başka. Bugün hep birlikte gülmediğimiz bütün anların acısını çıkarmak için gülüyoruz."

"Peki niçin amca? Neden bugün? Neden gülüyorsunuz? Neden Ümit Amca'ya mahkum diyorsunuz?" dedim, artık anlamak istiyordum olanı biteni ve Samet'in de anlamak istediğinden emindim.

Cümlemi bitirdikten sonra ikisi de oldukları yerde toparlandılar, biraz daha ciddi bir havaya büründüler, kızarmış yanakları, gözyaşlarının doldurduğu gözleri, dudaklarının şekilleri ve hızlı solukları hala aynıydı fakat yavaşça ciddileşiyorlardı. Hasan Amca, ellerini masada kavuşturup konuşmaya başladı:

"Oğlum, Ümit amcanın bugün düğünü var, o yüzden hepimiz çok mutluyuz." dedi. "Allah mesut etsin amca, mutlu olmanızı da anladım ama bu komik mi?" diye sordum. Hem onlara saygısızlık etmekten imtina ediyordum hem de neler döndüğünü bir an önce anlamak istiyordum.

"Öyleyse anlatayım oğlum." dedi Hasan Amca. Bu kez tam anlamıyla ciddiydi. "Ümit, Cevdet ve ben aynı gemide tayfaydık. Yıllarımız denizlerde beraber geçmiştir. Fakat biz Ümit'ten önce başladık okyanusa açılmaya. Ümit çocukluk arkadaşımız, her zaman neşeli, yüzünden tebessüm eksik olmayan, etrafına neşe saçan biriydi, aslen Bolu Mengenli'dir. Ailesi hep aşçıdır onun. Babası, dedesi, amcası ve ağabeyi. Babası Nizam Emmi Üsküdar'da meşhur bir lokantada aşçıydı. Aşçı dediğime bakma, lokantanın hem sahibi hem aşçısıydı. Göbekli, ince uzun bıyıklı, iri yarı, pembe yanaklı babacan bir adamdı Nizam emmi. Tam bir Türk beyefendisiydi. Bursa'dan onun tas kebabını yemeye, Gebze'den sütlacını tatmaya gelen adamlar olduğunu bilirim. Babasının yanında yetişti Ümit. Onun yeteneği değme aşçılarda yoktur. Neyse uzatmayayım. Ümit babasının lokantasının müdavimlerinden birinin kızı ile ayda bir iki kez görmesine rağmen nasıl olduysa tanışmış ve ona tutulmuş. Kızın adını öğrenmiş, adı Firuzan, evini öğrenmiş, okulunu öğrenmiş. Firuzan'ın da bizimkine gönlü düşmüş. Ümit yirmi yaşındaydı o zaman, Firuzan ise onyedisinde. Fırsat buldukça buluşmuşlar, birbirlerini çok sevmişler. Ümit, Firuzan'ın okulunun bitmesine müteakip evlenmek istiyormuş. Evlenip deniz kenarında yaşamayı hayal edip duruyorlarmış. Aynı gün sözleşip ailelerine aynı anda açacaklarmış bu meseleyi. Durumu Nizam Emmi ile paylaşamamış bizimki, ar etmiş, utanmış babasından. Ama anasına söylemiş. Tabii anası da babasına. Nizam Emmi çekmiş ertesi gün bizimkini mutfağa, göndermiş yamakları dışarıya, baş başa konuşmuşlar baba oğul. Oğluna emin olup olmadığını, gönül eğlendirip eğlendirmediğini, niyetinin ciddi olup olmadığını, eğer niyeti ciddi değilse onu nasıl paralayacağını anlatmış kibarca. Dedim ya, tam bir beyefendiydi Nizam Emmi. Hem müşterisine karşı, hem çalışanlarına hem de ailesine karşı. Bizim Ümit niyetinin ciddi olduğunu, gönlünün kıza düştüğünü söyleyince "Peki" demiş Nizam Emmi. İlk fırsatta kızın babasına konuyu açacağını, o zamana kadar bir terbiyesizlik, hadsizlik yapmamasını söylemiş Ümit'e. Bizimki ağzı kulaklarında koşmaya başlamış kızın yanına, artık okulunda mı evinde mi nerede bulacaksa, şimdiki gibi cebimizde telefonlar yok o zaman. Ümit babasıyla konuşmuş konuşmasına da , o bile haya etmiş babasına konuyu açmaya, kız nasıl açsın konuyu. Kızcağız da anasına söylemiş. İlk azarı anasından yemiş tabii. Sonra da babasından. Meğer Firuzan'ın babası erkek kardeşinin oğluna verecekmiş kızını. Amcaoğluyla evlendireceklermiş yani Firuzan'ı. Mafyatik bir aile değildi Firuzan'ın ailesi ama kalabalık bir aileydi. Aşiret gibi bir şey. Ümit, Firuzan'ı okulunda bulamamış o gün. Doğruca kızın evine yollanmış. Firuzan'ın evine hergittiğinde evin karşısındaki çalılığa siniyor, Firuzan'ın kendisini görmesini bekliyormuş Ümit. Firuzan onu görünce bir bahaneyle evden birkaç dakikalığına çıkıyor, birkaç dakika da olsa görüşüveriyorlarmış. Fakat bu kez öyle olmamış. Bir müddet sonra Firuzan'ı camdan görmüş Ümit, kız eliyle bazı işaretler yapıp ağlıyormuş. Ümit ne olduğunu anlayana kadar ensesine yediği kütükle yığılıvermiş olduğu yere. Meğer Firuzan, kaç demeye çalışıyormuş camdan. O gün Ümit'i o kadar dövmüşler ki günlerce yataktan kalkamamış. Ellerindeki kütüklerle Ümit'in sayabildiği üç kişi dakikalarca dövmüşler. Üstelik bir arabaya koyup Nizam Emmi'nin dükkanının önüne atıvermişler. Nizam Emmi ne yapacağını şaşırmış oğlunu öyle görünce. Hemen hastaneye kaldırmışlar Ümit'i. Nizam Emmi, Ümit hastanedeyken hemen bir taksiye atlayıp müdavim müşterisinin muhitine gitmiş. Açık adresi bilmese de adamı tanıyor tabii, mahalleye gidince sordurup bulmuş adamın evini. Gecenin bir vakti. Daha hesap soramadan adamcağıza saldırmış gavurun dölleri. Zavallı Nizam Emmi, o da Ümit' in yanındaki yatağa yatırılmış hastanede. Ümit iyileşse de Nizam Emmi iyileşememiş. O hastanede vefat etti, altmışlı yaşlarındaydı, o kadar kırığı, darbeyi vücudu kaldıramamış. Allah rahmet eylesin. Olaydan sonra bir hafta dayanabilen Nizam Emmi'yi tam bir hafta sonra defnetmişler. Aynı gün Firuzan'ın amcaoğluyla düğünü yapılmış. Mahkemeler, davalar uzun uzadıya sürdüyse de fayda vermemiş. Olay cinayet sayılmamış. Bütün bu olaylar olurken biz Cevdet ile seferdeydik, yani gemide. Birkaç ay sonra döndüğümüzde karşımızda bizim neşeli Ümit'imizi değil, bambaşka birini bulduk. Yürüyen bir adam değil, süzülen bir ruh, konuşan bir genç değil, ağzı oynatılan bir ölüydü sanki. Bize yalvardı. Onun tayfaya katılmasına biz vesile olduk. Kaçmak istiyordu çünkü, sırtına sürekli kamçı vuruluyordu İstanbul'da. Kendisini, babasının ölümüne sebep olduğu için suçluyor, Firuzan'ın hayatını kendisinin kararttığına inanıp kendinden nefret ediyordu. Biz de sevdiği kızın başka bir herifle birlikte zorla yaşadığı bu şehirden de babasının ruhunun dolaştığına inandığı lokantadan da kaçmasına yardım ettik ve tayfaya katılmasını sağladık. Bereket ki ağabeyi vardı Ümit'in. Dükkana da anasına da sahip çıktı. Gerçi o da Ümit'i suçladı bir müddet ama ne yaparsın, hayat işte. Şu sıra araları iyi şükür. Neyse, sonraki otuz sene boyunca gemide aşçılık yaptı ümit. Onun lakabı, İstanbul'dan kaçtığı ve gemimiz İstanbul'a döndüğünde bile limandan dışarıya adım atmadığı için "Mahkum" oldu. İnanır mısınız çocuklar, Ümit Amca'nız gemiler tersanede bakıma girdiğinde bile tersaneden çıkmazdı. Ancak diğer ülkelerde, başka memleketlerde rahatça gezerdi. Gezerdi ama dedim ya, ölü gibi. Hayat kaynağı kurumuş, sinirleri çekilmiş bir halde doğru düzgün kahkaha bile atılmamış otuz yıl. Geçtiğimiz otuz sene boyunca çok şey değişti tabii, değişmeyen bir şey vardı ki o da vatana her dönüşümüzde bizden rica eder, Firuzan'ın durumunun nasıl olduğunu sormamızı isterdi. Firuzan'ın yaşadığı mahallede birkaç arkadaşımız vardı, onlardan sordururduk utana sıkıla. Evli barklı kadının halini nasıl soracaksın, ailenin durumunu sorardık en fazla. Ümit de Firuzan'ın iyi olduğunu duyunca içine su serpilir, o da iyi olurdu. Yıllar böyle geçti işte. Geçen ay Firuzan'ın kocasının vefat ettiği haberini aldık. Derhal Ümit'e yetiştirdik bu haberi. O sırada İtalya'daydı. Artık emekliyiz evladım fakat yine de dönmemişti ülkeye Ümit. Atlardı önüne gelen gemiye gezerdi işte. Haberi alır almaz döndü, hem de ne dönüş. Bir insanın ölümü bir başkasını sevindirebilir mi evladım? Hayatta neler var işte. Hepsi insan için. Firuzan'ın hiç çocuğu olmadı, Allah'ın hikmeti işte. O büyük aşiretten de kimse kalmamış etraflarında, kadın eşini defnetmiş, taziyeye gelenleri ağırlayıp savuşturmuş tek başına. Biz de taziyeye gittik Cevdet Amca'nızla. Kendimizi tanıtır tanıtmaz Ümit'i sordu daha kapıdayken. Gözlerindeki ışıltıyı gördük, kalbi hala Ümit için atıyordu, hani derler ya yaralı bir güvercinin kalbi diye, hah işte öyle. Velhasıl kelam evladım, bu iki aşık bu akşam nikahlanıyor, üç beş kişinin katıldığı bir davetle küçük bir düğün yapacağız. Bu sebeple mutluyuz, geçen hüzün dolu otuz yılın ardından rahatça gülüyor eğleniyoruz artık. Çünkü bizim kardeşimiz, Ümit'imiz mutlu artık. Mahkum değil. Gönül rahatlığıyla vatanına döndü. Ve bu sözlerimi anlar mısınız bilmem ama Cevdet Amca'nızla ben, gerçek aşıkların bir ömür beklese de nasıl vuslata erdiğine şahit oluyoruz bugün. Bu yüzden kendimizi tutamıyor, mahkumun haline seviniyor, gülüp duruyoruz."


Hasan amca sözlerini bitirdiğinde put gibi kalmıştık. Ben on beş yaşındaydım, Samet on altı. Muhteşem bir hikayeydi bu, çok etkilenmiştik. Cevdet ve Hasan Amcalara çay için tekrar tekrar teşekkür edip ayrılmıştık oradan. Bu anımızı her hatırlayışımda yaptığım gibi sadece kendimin duyabileceği şekilde bir kahkaha ilişti ağzıma. Tam gülüşümü tamamlamıştım ki Fahriye'nin, sevgilimin, o enfes sesini duydum, terasın kapısından bana sesleniyordu, "Hadi, geç kalıyoruz!". Bardakta kalan çayın sonunu da hemen içip kalktım masadan. tam terasın girişine geldiğimde bir ses duydum.

"Can you speak english?"

Kurşun yemiş gibi olduğum yere çakılı kaldım o an. Karım merdivenlerin aşağısında, ben ise yukarısındaydım. Göz gözeydik. İşaret parmağımı kaldırdım bir saniye dercesine ve bedenimi oynatmadan yalnızca başımı çevirdim geriye. Garson çocuk bizim ihtiyarın masasındaydı ve ihtiyar konuşuyordu:

"Kusura bakma evlat, biraz İngilizce bilirim de senin gibi delikanlıları gördükçe pratik yapmak istiyorum bazen." Garson çocuk henüz on beş - on altı yaşında, "Sorun değil efendim, İngilizce'yi iyi bilirim, ne zaman isterseniz konuşabiliriz." diyor kendinden emin bir sesle. Helal olsun diyorum içimden, bizim gibi çekingen değil çocuk. Bu bir tesadüf mü? Bir yanılsama mı? Yoksa tamamen alakasız birinin kurduğu benzer bir cümle mi? diye düşünürken yaşlı ve zarif bir kadın oturuyor ihtiyarın yanına. Hadi canım diyorum içimden. İhtiyar, garson çocuğa gülümseyerek "Benim çayım henüz bitmedi evlat, Firuzan Teyze'ne sor belki o da çay içmek ister." diyor. Allah'ım bu nasıl bir his. Bu gerçek olabilir mi? Ümit Amca ve Firuzan Teyze şu an arkamda mı? Yüzümde tarifi zor bir gülümseme var. Merdivenin aşağısından sultanımın sesi geliyor:

"Hadisene, ne oldu neyi bekliyorsun?" Merdivenlerden seri şekilde iniyor ve henüz iki haftalık karıcığımın alnından öpüp birden sarılıveriyorum ona. Olanları anlamaya çalışıyor.

Ellerinden tutup "Gel!" diyorum, "Seni muhteşem bir çiftle tanıştıracağım".




M.Emin KARAKOÇ

TYCHY / POLONYA