Nedenini bilmediği bir kederle, yağmur damlalarının hararetle dans edişini izliyordu. Akan her bir yağmur damlasının, yüreğinde yeşermeyi bekleyen umudu sulaması için Tanrı’ya yalvarıyordu. Çok kez yaşamıştı bu duyguyu; geceleri uyutmayan gündüzleri de susmayan bu duygu onun en yakın dostuydu.

Birden gözüne bir çocuk ilişti. Yağmur damrının arasında çocuğun yalın ayak dans edişini izledi. Dünyanın tüm kötülüklerine ve adaletsizliğine karşın, tıpkı toprağa atılıp yeşermeyi bekleyen bir başağın gösterdiği sabır ve umutla dans eden bu çocuğa imrendi. “Ben neden mutlu olamıyorum? İçimdeki umut tohumlarını neden sulayamıyorum?”, diye kendine kızdı. Gerçekten de hayatının çoğunu loş bir odada kasvetle, kederle ve umutsuzlukla dış dünyayı pencere ardından izleyerek geçirmeye alışmıştı. En iyi bildiği şey buydu. Yakın arkadaşları olmamıştı, yalnız olmanın hayattaki en doğru seçimlerden biri olduğuna inanıyordu. 

Yaşadıkları onun böyle bir hayat seçmesine sebep olmuştu.

Aynanın karşısına geçti, durmaksızın akan yağmurun sesi âdeta ince bir sızı melodisi oluşturuyordu. Bu melodi eşliğinde dikkatle kendini izledi. Gözlerini, dudaklarını, ellerini yakından inceledi. Ne de çok değişmişti, yılların verdiği yorgunluk yüzünün her bir zerresinden okunuyordu. Gözleri fazlasıyla dikkatini çekti. Bu gözlerin ardında konuşulmayı bekleyen nice yaşanmışlık vardı. “Sahi gözler de konuşabilir mi?”, diye sordu kendi kendine. 

Bu soru üzerine düşünecekti, masasının başına geçti ve şu sözleri yazmaya başladı: 

“Nice insanlar vardır ki suskunluklarıyla bilinirler. Yaşanmışlıklar onları susmaya zorlamış, kendi içlerinde yaşadıkları buhranlar bu insanların dillerini bağlamıştır. Bu suskunluk onlardan geriye; acıyla, öfkeyle, hırsla, ihtirasla, hayal kırıklıklarıyla ve yaşanmamış mutluluklarla bakan bir çift göz bırakmıştır. Koca bir hayatı içine sığdırmış, fazlasıyla ses çıkaran bir çift göz. Bu gözler, bundan böyle insanın içindeki susturulmuş hayatı dışa vuran saydam bir penceredir ve bu pencere güzel günler görebilmek umuduyla açılmayı beklemektedir. Geçmişin tozlu rafları ardına saklanmış her duygu, bu gözlerle gün yüzüne çıkmakta ve bu duygular kendilerini duyacak bir kulak aramaktadır. Ben buradayım; varım, yaşıyorum, benim de bir geçmişim var diyen bu gözler aslında çok fazla ses çıkarmaktadır. Kimi zaman akıtılmayan yaşlar, kimi zaman da dudaklar gülerken akıtılan yaşlar birer harf olup o gözleri konuşturmaktadır. Derin olan dilsiz acılar, bu gözlerle anlam kazanmaktadır. Yoksulluğun, yorgunluğun ve kederin tarifi zaman zaman bu gözlerde aranmaktadır. Anlaşılmaya muhtaç ve kelimelere dökülmeyi bekleyen bastırılmış duygular, suskun insanların gözlerinde yer edinmiştir. Bundandır ki suskun insanlar, kendilerini sözle ifade etmekten yorulmuş; içlerinde biriken duyguları konuşturabilmek için gözlerini birer ayna görevinde kullanmayı benimsemişlerdir.” 

Ya kendi gözleri de böyle miydi? Acıyla, kederle, ihtirasla mı bakıyordu? Çok mu ses çıkarıyordu bu gözler? Bu gözler kendilerini duyacak bir kulak mı arıyordu?  

Hayatı boyunca kendisini duyacak bir kulak bulamamıştı. Buhran içinde geçen bir hayatın kırgınlığını iliklerine dek hissediyordu. Tozlu raflar ardında kalmış hayatını gün yüzüne çıkarmak, içindeki umudu sulamak istiyordu. Ama nasıl başaracaktı bunu? Acının, kederin büyüttüğü bir insan ne anlardı umuttan? 

Azalan yağmurda yürümek için paltosunu sırtına geçirdi, dışarısı sessiz ve karanlıktı. Böyle havalarda, her soluk alıp verişinde içine dolan kötü duyguların ağırlığı altında ezilirdi. Ancak karanlıkta yalnız yürümeyi çok severdi. Kadim dostu olan umutsuzluk da ona eşlik ederdi. Biraz yürüdükten sonra bir çiçekçinin önünde durdu, sayısız güzellikte olan bu çiçekler normal bir insan için pek çok şey ifade edebilir diye düşünürken “Neden ben de o insanlardan biri olmayayım?”, diye söylendi. Bir çiçek alıp onu kendi umudu ile yeşertmeye karar verdi. Çiçekçiden hızla çıkıp eve döndü, bu kararı aldığı için heyecanlıydı. Çiçeği yatağının baş ucuna koyarak onu izlemeye başladı. Çiçeğe “umudun tohumu” adını verdi. Bu çiçekle birlikte kendini de yeşertecekti.  

Çiçeğe özenle bakıyor, onu soluyor, onunla konuşuyordu. Ancak çiçek büyüyüp yeşermiyordu. Kederli umudu, çiçeğin yeşermesine izin vermiyordu. Umudun tarlasında, göz yaşları ile beslenen umut kırıntıları yeşermiyor; her şey yitip gidiyordu.  

Bu zamana kadar çok şey yaşamıştı. Korkuyu, acıyı, yalnızlığı, nefreti ilkelerinde hissedip yaralanmıştı. İçinde bir yerlerde gün yüzüne çıkmayı bekleyen, anahtarı kaybolmuş dolu dizgin duygular vardı. Bu duyguları nasıl anlatacaktı, bu duyguları anlatmanın yolunu bulabilecek miydi? Hayat onu çok yaralamıştı, zihnindeki düşünceler ona hükmediyor; her an bir şeyler hatırlaması için âdeta onu kamçılıyordu. Taşkın bir zihinle yaşamak istemiyordu. 

Kendinden kurtulup yeni bir ben oluşturmalıydı. Sonucu mutlu, umutlu olan bir ben.  

Yeni bir ben oluşturmak için günlerce dışarı çıktı, yeni yerler görüp yeni insanlar tanıdı. Onları dikkatle inceledi. Kedinde eksik olan şeyi bulmaya çalıştı. Neydi onda eksik olan? “Bu insanlar gibi olabilseydim, onlar gibi olabilseydim eğer çok basit şeyler yeterdi beni mutlu etmeye “diye iç geçirdi. Onlar gibi olamıyordu, yaradılışı buna izin vermiyordu. Sanki hüznün doğurduğu bir insandı o. Hüzünle yoğruluyordu onun hayatı. Bunları düşünürken hayatının ağırlığı altında bir kez daha ezildi. Kendini bir enkaz gibi hissediyor, yardım beklediği insanlar ise bu enkazının üstünde oturuyordu.  

Hayatının çoğunu başka insanların isteklerine göre yaşamıştı. Kendi isteklerini dile getirmekten çekinmiş, yanlış yaparım korkusuyla yeni şeylere başlamaktan geri durmuştu. 

Her günü bir diğerinin aynısıydı. İşe gidip geliyor, istemediği ortamlarda bulunuyor, samimiyetsiz insanların sohbetine maruz kalıyordu. Günün sonunda da elinde bir avuç düş kırıklığıyla en iyi bildiği şeyi yapıp pencere kenarında yüreğinin derinlerinden gelen acı bir melodi ile dışarıyı izliyordu. Mutlu ve umutlu olacağına dair inancını yitirmişti. “Her türlü kötülüğün ve adaletsizliğin bulunduğu bu dünyada insan nasıl olur da mutlu olur?”, diye sordu kendine. Ona göre bu dünyada umut, çorak topraklara atılan bir tohumun büyümesini beklemek kadar anlamsızdı. O bu dünyaya göre bir can değildi, ona bakanlar onun gövdesini görebilirdiler ancak ruhu başka bir yerdeydi. Hüznün, kederin ve yalnızlığın çiçek açtığı bir bahçede toprağa düşmeyi bekleyen bir damla suydu o.  

Yatağına uzandı, saatlerin geçmek bilmediği bu yatakta zihni onun için yeni düşler hazırlıyordu. Gözlerini usulca kapattı. Yalnızdı, yüreğinin ötüşünü duyacak kadar yalnız ve bir o kadar kalabalık. Kursakta kalan bir umut ve göz yaşı ile sulanan bir hayattan başka bir şeyinin olmadığımı anımsadı. Acı acı gülerek “Umudun kilitli sandığında geceler boyu yalnızım”, dedi ve bir sonraki düş kırığı güne uyanmak üzere uykuya daldı.