Altıma işemekten korktuğum için yataktan kalkıp tuvalete gitmek zorundaydım. Saate baktım, 05.13’ü gösteriyordu. Tuvaletten döndüğümde yatakta bir kadın vardı. Sadece omuzlarını görebildiğim için çıplak mı yarı çıplak mı, bilemedim. Çok da umurumda değildi. Yatakta bana ayrılan kısımda kıvrılıp uyumaya devam ettim.

 

Susuzluktan ölmemek için yataktan kalktım ve masanın üstünde duran sürahiden bardağa su doldurup içtim. Tekrar yatağa döndüğümde yataktaki kadın yoktu. Acaba gece yaptıklarım ve gördüğüm şeyler rüya mıydı? Saat 14.35’di. Yatağa tekrar döndüm ve kafamı yastığa fırlattım. Gözlerim yerdeki bira şişeleriyle buluştu. Sonra kırmızı şarap şişesi ve iki şarap kadehine takıldı. Demek gece bu yatakta bir kadın vardı. Ama bu çok da umurumda değildi. Olduğum yerde kıvrılıp ellerimi bacaklarımın arasına alıp uyumaya devam ettim.

 

Uykumu almış bir şekilde gözlerimi açtığımda dörde çeyrek vardı. Akşam olmaya ramak kalmıştı ve bu durum işe gitmem gerektiğini hatırlatıyordu. Yedi yıldır bünyem alıştığı için, gece içtiğim alkol veya otlar baş ağrısı yapmıyordu. Uyandığımda mutlu olabileceğim tek şey bu durumdu.

Evimin tek odasından çıkıp tek salonuna geçtim. Masanın üstünde ısırılmış hamburger ve birkaç dilim pizza vardı. Karnımın açlığını bastırmak yeterdi. Dolaptan bir tane Tuborg alıp açtım. Evime televizyon almamıştım. Bir tane kocaman müzik çalarım vardı. İki kişilik koltuğuma oturmadan play tuşuna bastım ve ilk duyduğum ses "Haydi beyler cigara" oldu. Anladım ki müzik çalarda Kırıka'nın CD’si takılıydı. Kendimi tutamadım, ayağa kalktım, şarkının ritmine uyarak bir elimde bira şişesi, diğerinde hamburgerin kalan yarımını tutarak dans etmeye başladım.


Düşünmemek için beynimi sürekli uyuşturmam lazımdı. Bunu da alkol ve ot sayesinde başarıyordum. Ben, 13 yıldır kendimi düşünmemeye zorluyorum. Sırf bunu başarmak için yetiştirme yurdunda çok dayak yedim. Dövülerek yetiştirildim. O duyduklarınız yalan değil. Kapatmayın kulaklarınızı. Kapatmayın kendinizi gerçeklere.


Karnımı doyurduğumu düşünüyordum. Hissetmiyordum ama bir şeyler yediğime göre doymuş olmalıydım. Hava soğuktu. Beş yıldır giydiğim, birçok yeri yırtılmış ama şu sıralar moda olan montumu sırtıma geçirdim. Kapıdan çıkmadan boy aynasında kendime baktım. Aynada kendime zorla gülümseyince dişlerimin kirliliğini gördüm. Hemen etrafa bakındım ve masanın üstündeki kullanılmış ama temiz duran ıslak mendili alıp aynanın karşısında dişlerimi temizledim. Artık çalışmaya hazırdım. Kapıdan çıktım ve dört sokak aşağıdaki Lokomotif Bar'a doğru yürüdüm. Hava kapalı ve hafif yağmurluydu. Bir elim cebimde diğer elimde tekelden aldığım sigara vardı. Bu havalarda yürümeyi, yürürken sigara içmeyi severim. İnsanlar koşarak bir yerlere yetişmeye veya sığınmaya çalışıyordu. Oysa ben yavaş yavaş yürüyordum. Islanmak çok da umurumda değildi. Aklıma, şu an kim bilir hangi yurtta hangi çocuk hortumla ıslanıp sonra sopayla dayak yiyordur sorusu geldi. Ama o da umurumda değildi. Çünkü o yurtlardan o dayakları yemeden mezun olamazsın.

 

Kapıdan içeri girdiğimde mekanın fazla dolu olmadığını gördüm. Çalışanlara selam verip arkadaki personel odasına gittim. Emrah ve Özgür masada oturmuş ot sarıyorlardı. Özgür, ya patron görürse diye telaş yapıyordu. Bu durum Emrah için pek önemli değildi ama Özgür'ü susturmak için hızlıca sarıyordu. Selam verip masaya oturdum. Emrah sardığı otu iki dudağının arasına alıp ucunu yaktı. Derin bir nefes alıp bana uzattı. Sol tarafımdan aldığım otu yavaşça çekip dumanını üflerken sağımda oturan Özgür'e uzattım. Özgür hızlıca çekip Emrah'a uzatırken:

- Çabuk içelim de patron görmesin, dedi. Emrah uzanıp otu alırken:

- Bi' sus lan. Kafa açma ya.

Ben de Özgür'e dönüp:

- Görürse görsün amına koyayım. Çok da umurumda. Ha tekel sigara ha bu. Ne farkı var sanki, dedim. Emrah ve bende bekleyen ot Özgür'den hızlıca geçiyordu. Bu şekilde bayağı bir zaman öldürdük. Artık çalışma saati gelmişti.

 

Salona çıktığımızda masaların fazlasıyla dolu olduğunu gördüm. Aslında masaların dolu veya boş olması çok umurumda değildi. Nasıl olsa burada işim bitirip eve gittiğimde sarhoş olacaktım. Çalışmamdaki tek gaye buydu, sarhoş olmak.

 

Çalışmaya başladık. Düzenli bir şekilde masalara içkiler gidiyor sonra boşları geri geliyor. O sırada ben de barda biraz demleniyordum. İşte dans zamanı, elektronik müzik, gelmişti. Bu saatte bizim işler kolay oluyordu. İnsanlar dans ettiği için çok fazla sipariş almıyorduk. Ben masaları dolanıp boş şişeleri ve bardakları toplarken uzaktan bir ses duydum, "Yunus! Yunuuss! Yunuuuusss!" Kafamı çevirdiğimde Emrah'ı gördüm. Beni çağırıyordu. Yanına gittim.

- 5 dakika mola ayarladım. Gel biraz arkada demlenelim.


Emrah'ın demlenelim dediği ot içmekti. Alkolle pek arası yoktu. Vaktimiz dar olduğu için Emrah hızlı bir şekilde sardı ve aynı hızla içmeye koyulduk. İçeriden gelen elektronik müzik sesi ve dudaklarımın arasındaki ottan çektiğim duman sebebiyle beynim uyuşmaya başladı. Molayı bitirip tekrar salona döndüğümde kendimi ejderhalarını arkasına alıp, düşmanlarına yürüyen Khaleesi gibi hissettim. Dans eden bu insanlar düşmanlarım mıydı değil miydi, bilmiyorum. Çok da umurumda değildi zaten.

 

Bardaki hazır siparişleri alıp sahiplerine götürdüm. Elimde tepsiyle boş şişe veya bardak arıyordum. Bir kadın eli göğsüme değdi ve durdurdu. Göğsümdeki isimlikte yazılı harfleri yavaşça okuyarak:

- Yunus'cuğum, bana bir tane bira getirir misin, dedi seksi bir şekilde. Hem de cümlesi bitince gülerek göz kırptı.

- Tabii ki. Hangisinden?

Gülmeye devam ediyordu.

- Fark etmez. Senin elinden olsun yeter, diyerek iş attı. Eğer sabah kalktığımda hatırlarsam büyük ihtimalle bu gece bu kadınla beraber uyuyacağız. Çok da umurumda değil, çünkü genellikle hatırlamıyorum.

 

Bara gittiğimde Özgür'e:

- İki bira. Birisi Tuborg diğeri bana, dedim. Tuborg şişeyi verdi. Benim biramı su bardağında veriyordu. Genelde çalışırken böyle içerdim. Patronla işe başlamadan önce böyle garip bir anlaşma yapmıştık. Gerekirse az maaş alacaktım ama içtiğim biralara karışmayacaktı. Özgür'e sordum:

- Bir kadın benden niye etkilenir?

Özgür bir yandan yıkanmış bardakları kurularken bir yandan sorumu cevaplıyordu:

- Belki uzun saçların, kulağındaki küpeler, kaşındaki piercing… Belki ayak bileğinden boynuna kadar olan dövmelerin kadınları etkiliyordur. Ha bir de sakalın olabilir. Ama bence, kafanın güzelliği onların güzelliğinden daha güzel olduğu için etkileniyorlar, dedi gülerek. Ben de güldüm birayı alırken:

- Haklısın lan. Gerçekten o kadar güzel değiller.

 

Özgür'le Emrah iyi çocuklardı. Severdim. Çalışırken alkol almazlardı. Emrah genelde çok az alkol içerdi. Özgür de işten sonra çok içerdi. Birbirimizle iyi anlaşırdık.

 

Dar pantolon giymiş, güzel kalçalı ve derin sırt dekolteli kadını süzerek yanına gittim.

- Önce senden kendime bir tane bira ısmarladım, dedim. ‘Bak sen’ der gibi gülerek baktı, sonra benden sana iki tane bira ısmarlayınca sen karlı çıktın.

Birasını verdim, yanından uzaklaşırken arkamdan bir şeyler söylüyordu ama duymazdan geldim.

 

Evet! Her gece yaptığımız Reggae müzik saatine geldi. İlk şarkı biraz hareketliydi. Bütün müşterileri dans ettirecek cinstendi. Çalan şarkının, "Murder She Wrote" olduğunu anlayınca bir anda burnuma marijuana kokusu geldi. Reggae müzikleri benim bilinçaltımda marijuana kokusuyla bağdaşıyordu. Bugün, diğer günlere göre biraz daha hareketliydi. Masaların üstünde dans edenlerden daha fazla kadın twerk yapıyordu. Her ne kadar çalışıyor olsam da dans etmek bana göre değildi. Nasıl olsa dans etmek de bir ön sevişmeydi. Elbet o seksi danslar sonrasında birileri sevişecekti. Hem ben ön sevişmeyi de tercih etmiyordum. Umurumda değildi bir kadının sevişmeye hazır olup olmadığı. Önemsenecek bir şey varsa o da benim zevklerimdi. Hayatıma giren her insan bunu kabul etmeliydi. Gerisi çok da umurumda değildi.

 

Müşterilerin bu kadar fazla olması bizim geç çıkacağımıza işaretti. Öyle de oldu. Dünkü saate göre bir saat daha fazla çalıştık. Hem yorgunluk hem alkol hem de sarıp içtiğimiz otlardan kafam güzel olmuştu. Zor konuşuyordum. Daha az kelime tercih ediyordum.

- Emrah! Bana bir tane daha ot sarsana. Evde içerim, dedim.

- Dur, hemen sarayım. Emrah dünden razıydı. Özgür tedirgin şekilde etrafa bakıp patronu gözlüyordu. Emrah, yırtık bir tipti. Çok korkmazdı aslında. Biraz çekinirdi. Fazlasıyla cömertti. Özgür ise bu konuda çok korkaktı. Biraz da cimriydi galiba. Otu ondan isteseydim belki yalan uydurup vermezdi. Ama ikisinin de karakterini umursamadığım için kolay göz ardı edebiliyordum.

Emrah hızlıca sardı, bana uzattı:

- Hadi al, geceniz güzel olsun, dedi gülerek. O da benim kadar emindi güzel kalçalı kadının dışarıda beni beklediğinden.

- Eyvallah kardeş. Eve gidene kadar kafam açılırsa, evde kızla içeriz, dedim.

- Adı neymiş kızın, biraz düşündüm.

- Hatırlamıyorum. Söyledi ama unuttum. Melisa, Kübra, Elif belki Hatice ya da Tuğçe. Çok da umurumda değil ya. Tuğçe olsun hadi.

Sarılmış otu cebime koyup çocuklarla vedalaşıp dışarı çıktım. Beni bekleyen güzel kalçalı kadına doğru yürüdüm.

- Evin uzakta mı?

- Yok, dört sokak yukarıda.

- İyi o zaman yürüyebiliriz. Çok dans ettim. Yoruldum. Uzaksa taksi çağıracaktım.

- Yakın. Hemen gideriz.

- İyi bari. Bu gece her şey güzel gidiyor. Sence?

- Bilmem. Öyle mi?


Bir şeyler söylerken ben dinlemeyi bıraktım. Ritmik hareketlerle 'anlıyorum' anlamına gelecek şekilde kafamı sallıyordum. Benim isteğim, çıplak bir kadın vücudunu avuçlarımda hissetmekti. Gerisi çok da umurumda değildi. Düşünmemem lazımdı. Düşünürsem kendime zarar vereceğimi biliyordum. Vücudumdaki dövmelerin çoğunun altında jilet izleri, yurtta girdiğim kavgalardan kalan bıçak izleri vardı. Düşünmek benim zihnime ve vücuduma zararlıydı. Bana bakacak birisini bulsam beynimi yıllarca uyuşturacak bir şeye başvururdum.

 

Sonunda eve geldik. O kadar çok konuştu ki dinlememeye çalışsam da kafamı açtı. Sarhoşluğum azalıyordu. Bu şekilde sevişemez ve uyuyamazdım. Koltuğa oturur oturmaz cebimdeki otu çıkartıp yaktım. İkimiz de yavaş yavaş sırayla içerek bitirdik. İşte şimdi istediğim kıvama geldim. Hatta unutmaya başladım bile. Ben çoktan soyunmuşum, sadece boxer vardı üstümde. Onun da dar pantolonu duruyordu ama üstünde sadece yeşil bir sütyen olduğunu görebiliyordum. Elinden tuttum ve odaya götürdüm...

 

Hayatımda nadir rastladığım, deliksiz uykulardan birini yaşadım bugün. Belki bugün izinli olduğum için bu kadar uyumuşumdur. Uyandığımda yatakta kimse yoktu. Gece bir kadınla uyumuştuk, hatırlıyorum ama kim olduğunu hatırlamıyorum. Acaba bana seslenmeden mi çekip gitti? Yoksa uyandırmaya çalıştı ama uyanmayacağımı anlayınca mı kayboldu ortalıktan? Bilemiyorum. Çok da umurumda değildi. Yataktan çıkıp tuvalete giderken telefonu elime aldım, çaldığını duymadığım ama hala ekranda duran bir hatırlatma vardı.


‘Yalnız kaldığım gün’ yazıyordu. Hayatımı kaybettiğim. Dünyayla baş başa kaldığım gündü. Annem ve babamın gözümün önünde, o ahşap yazlık evimizde çıkan yangında öldüğü gündü. Yılda bir kez düşünmeye katlanabildiğim kara gün. Evet! Her yıl dönümünde deneyip başaramadığım yıl dönümü kutlamasını bugün de deneyecektim. Bakalım bu sene yanarak ölebilmeyi başaracak mıydım? 364 günlük sarhoşluktan hiçbir eser yoktu. Tuvaletten çıktım ve koltuğu oturdum. Gözümün önünden sırasıyla o yangın, yetiştirme yurdunda yediğim dayaklar, vücudumdaki kesikler ve sokakta yaşadığım günler geçti.


Boş şişeleri sırayla mutfak tezgahının üstündeki ocaktan oturduğum koltuğa doğru dizdim. Şişelerin ağızlarından birbirlerine ipler geçirdim. Ocağı sonuna kadar açtım. Koltuğa oturdum. Elimdeki zippo yanıyordu. Aklımda tek soru vardı. Acaba bu sefer başarıp yanan iplerin ocağa ulaşmasını bekleyecek miydim? Yoksa önceki senelerde olduğu gibi alev şişelerin yarısına geldiğinde ayağa kalkıp şişeleri tekmeleyip ölümümü geciktirecek miydim?


İpin ucunu yaktım ve gözlerimi kapattım…