Sahip olduğum her şey beni terk etmeye öylesine hazırdı ki onları yanımda tutmak ve korumak için büyük savaşlar vermem gerekiyordu. Çünkü aklım, bacaklarım, hayatım ve her şeyim beni orada bırakıp gitmek için fırsat kolluyordu! Beklediklerini biliyordum. Zayıf düşüp savaşamayacak hale gelmemi bekliyorlardı. Sanki bunca yıldır birlikte yaşamamış ve her şeyi paylaşmamışız gibi! Bana ihanet etmek için yer arıyorlar ve "Sana asla sadık değiliz!” diye bağırıyorlardı. Bir insanın aklı bile ona ihanet etmenin peşindeyse bu dünyada güvenilecek ne kalmıştı? Zihnimde şiddetli baş ağrıları çekmeme neden olan gündelik bilgileri öğrenmeyi acı verici hale getiren, odaklanma olgumu sürekli tehdit eden karanlık bir küre ile yaşıyorum adeta. Bu karanlık küre aklıma hepimizin ana vatanının karanlık olduğu gerçeğini getiriyor. Kabul edilmesi gereken gerçeklerden biri de doğduğumuzda gözlerimizin kapalı ve karanlık oluşudur. Hepimizin hayata geldiği yer karanlık. Karanlığın kuralları yoktur.Karanlığın tarihi yoktur. Doğumumuzdan birkaç saat sonra gözlerimizi açmamızın nedeni ışığın bizi beklediğini bilmemizdir. Doğar doğmaz gözlerimizin içine düştüğü durum, bize uğrunda binlerce filozof çürüten hayat kavramını ilk dakikalardan itibaren anlatıyormuş meğer. Gözlerimizin açıldığı ilk andan itibaren girdiği karanlık-aydınlık savaşı, kendimizi içinde bulduğumuz her karanlıkta bir ışık tarafından beklendiğimizi düşünmeyi, yani ömürden önce bitmemesi gereken en önemli şeyi vurguluyor: Umut.