“Suçu neymiş bunun?”
“Gerçekten mi?”
“Haysiyetsiz herif, soyu tükenesice!”
“Niye yapmış?”
“Konuşmuyor mu?”
“Amirim bize bakıyor sessiz olun.”
“Ali buraya bakar mısın?”
“Geldim âmirim!”
Şükran’ın dikmeyi unuttuğu pantolonumun yırtığına bakarken merakını bastıramayanların bakışlarını hissediyor ve konuşmalarını duyuyorum. Âmirin seslenmesiyle polisler arasında fısıldaşmalar da yerini sessizliğe bırakıyor. Zihnimi düşünceler istilâ ediyor. Düşünmem, aklımı dağıtmam lazım. Komiserin ütüsüz gömleği gözüme takılıyor. Onun da bir Şükran’ı var sanırım. Etekleri pileli olsa gerek, evde heyecanla dolaşıyordur. Akvaryumda bir aydır ölü balıkları da var mıdır? Burada ne işim var, diye düşünürken çok sevdiğim bir şiir aklıma geliyor, “Nedim’in nigehban nergisleri gibi üzerimizde bütün nazarlar” diyor şair. Şükran’ın en kıskandığı şiir. Öne eğdiğim bakışlarıma çamurlu bir ayakkabı takılıyor. Bu böyle olmaz; karakolda böyle çamurlu ayakkabılarla dolaşılmaz, şu ayak izlerine bak, diye geçiriyorum içimden. Utanmış hissediyorum. Neden diye sormak istiyorum kendime. Cevabını bilmediğimden sormaya cesaret edemiyorum. Hayatın özünden sıçramış sorular diziliyor aklıma.
Polis bir şey söylemeden koluma giriyor, ayağa kaldırıp nezarethaneye yönlendiriyor adımlarımı.
Benden başka kimsenin olmadığı bir yere konuluyorum. Önemsiz bir detaymışım gibi davranılıyor. Öyle olduğumu biliyorum. Özenle dizilmiş, birer nefes aralıklar bırakılmış demir parmaklıklar ardında bir amca uzanıyor, uğultulu sesler arasında uyumaya çalışıyor gibi görünüyordu. Konuşma ihtiyacı hissetmiyorum ama yine de soruyorum amcaya,
-Amca, Sitâre şiirini bilir misin?
Şiirin ortalarından bir dizeyle karşılık veriyor,
-“Burada gündüzler çekip durduğumuz bir mercan tespih.”
Şiir beni heyecanlandırıyor.
-Amca, sen nereden biliyorsun bu şiiri?
-Sitâre benim kızımdı.
Aldığım cevabı garipsemiyorum, ardından şiire rastgele bir yerden devam ediyorum,
-“Bu azgın kalabalıkta seni tam duyamıyorum.”
Okuduğum dize üzerine amca gülmeye başlıyor. Çay içmekten sararmış olduğunu düşündüğüm dişleri gün yüzüne çıkıyor. Gülüşünde halden anlamışlık seziyorum. Sitâre şiiri benim ezbere bildiğim tek şiir olduğu için devam ettirmek istiyorum. Bu sebeple yeni bir dize daha özgürlüğüne kavuşuyor dudaklarımın arasından,
-“Gözlerin mi daha sıcak gülüyor yoksa dudakların mı anlamıyorum.”
Sanırım Şükran beni bu amcayla da aldatıyor. Bu şiiri ezberlemesinin başka açıklaması olamaz.
Postallarını, ölülerin üzerine kapatılmış, toprağı kapana sıkıştırmış katman katman betona sürüyerek yaklaşan memur beyin ayak seslerini işitiyorum. Beni buradan çıkarmasını bekliyorum. Çıkarmıyor. Bir fenalık yapıp ağzını açıyor ve ağzından kir dökülüyor:
-“Ateş gözlü kâhinler koşuyor arkandan, binlerce meşalenin ışığı kımıldıyor saçlarında.”
Ağzından çıkan dizenin kirlenmesi yetmiyormuş gibi beynimde kıvılcımlar çakıyor, tüm doğa olayları zihnimde var olup siliniyor. Anlıyorum ki herkesle aldatıyorsun beni Şükran.
Sesler kesiliyor unutulmuş bir nezarethanede. Aldatılmış üç erkeğiz Şükran sayesinde. Kolumu burnuma yaklaştırıp kokluyorum, üzerime sinmiş Şükran'lar var. Dizlerimden çekildiğini düşündüğüm kuvveti yerinde bulmanın şaşkınlığıyla ayağa kalkıyorum. Ayaklarımın dibinde Şükran'lar var. Şükran’a bakınca anlıyorum yer ile bir olmak ne demekmiş. Tüm cümleler Şükran’a bakınca anlam kazanıyormuş. Yeni fark ediyorum. Geç fark ediyorum. Önceden geç kalmak diye bir şey olmadığını düşünürken, tam zamanında var olduğumu hissederken, tüm bunlar olurken Şükran, inançlarımı yıkıyorsun. Durmanı istiyorum çünkü yobazlığımdan vazgeçmek senden vazgeçmekten daha zor geliyor. Beni anlamıyorsun.
Şükran’a söylemek istediklerim, söylediklerim gibi özgürlüğüne kavuşamıyor. Aradan geçen bir saatin ardından sorgu odasına getiriliyorum. Buraya gelmeden önce amcayla kavga ettim. Memur beye çıkışmaya cesaret edemedim. Gücüm amcaya yetti yalnızca. Zihnimdeki kavganın oyununa geldim. Şükran için biriyle kavga etmeye değer miydi, bilmiyorum. Ama işte buradayım, memur beyle göz teması kurmamaya çalışarak, Şükran’ın ellerini tuttuğu anları tahayyül etmemeye çabalayarak, koridor boyunca yan yana yürüdüm.
Birbirinden uzak düşen kollarımı kavuşturup boynumu kıtlattım. Odadaki tek sesin boynumdan çıkması hoşuma gitti. Bu ayakkabıları da ne zaman değiştireceğim, bir ara alışverişe çıkalım. Tamam, kızmadım sana. Saçmalama Şükran, bunun için kızılır mı insana? Ağzımdan çıkmadı bu sözler, nasıl kızayım sana söylemediğim şeyleri anlamadığın için? O kadar da hakkım yok. Farkındayım. Gözlerime bakınca beni anlamanı beklemek, biliyorsun, benlik ve saçma bir hareket.
“Neden?” diyor amirim, bir an beni duyduğunu sanıp irkiliyorum. Duyması imkansızdı oysa.
Neden mi? Ben size nasıl açıklayabilirim ölü yazarların mezarlarından oluşan şehrimde kaybolduğumu? Mezar taşı olmayan birini arıyorum hem de. Nasıl itiraf eder ki insan bu acizliğini, beklemeyin lütfen boşuna.
“Bakın amirim, nasıl açıklasın herhangi bir cümle benim halimi?”
Ellerini birbirine sürtüp cebinden bir çakmak çıkardı, kulağının arkasına sıkıştırdığı sigarayı saatlerdir bu anı bekliyormuş gibi aralık duran dudakları arasına yerleştirip yaktı. Kapalı alanda olduğumuzun farkında değil sanırım. İkimiz de sinirleniyoruz, hissediyorum. Farkında değil. Kötülükler farkında olmamaktan doğuyor.
“Nasıl?” diyerek sorulara devam ediyor.
Bu güzel soruydu, çok mu düşündünüz amirim?
Kafamdaki sesler de bir durursa cevap vereceğim, sakin olun.
“Zor olmadı, zaten pek yaşayamazdı bu hayatı.” Cevabım üzerine yüzünü buruşturuyor.
Haksız mıyım Şevket, hiç öğretemedim Şükran’a nasıl yaşayacağını, hep bir karşıtlık hep bir asilik var damarlarında. Kendi ahlakını yaratmak için savaştı durdu yıllarca. Gel bu dünyada yaşayalım, dedim. Zihnini biraz terk et. Bak artık çocuklarımız var, dedim. Bana, topluma ayak uydur; bak olmuyor, dedim. Dinlemedi. Dinlemiyor. Benim aklımda yine Şükran’ın elleri var. Yetti ama Şükran! Birden ellerini çekti. Gariplikler içinde kaldım. Garip... Neden? Sabah olunca bunun hesabını sorarım Şükran. İnandırdın bizi de inadının kırılmayacağına, ne işler karıştırıyorsun yine sen? Şükran sinirlendi. Hızlı hareket ediyorsun. Ellerini tutmaya çalışırken kanadı ellerim. Önceden söyleseydin, uğraşmazdım sana tutunmak için bu kadar. Söylediklerime kendim bile inanmıyorum. Merak etme Şükran.
“Konuşsana ulan, anlatsana!” diye kükrüyor âmirim.
Size Şükran’ımı nasıl anlatayım? Evcil hayvan besler gibi severdi insanları, ötesi mahremiyete girer. Sormayın amirim bu yüzden. Anlatamam. Size hiç güvenmedim. Bu kadar merak iyi değildir, demek istedim. İste-mek. Yalnızca. Gerisi yok.
“Ulan çocuklara ne olacak, ne geçiyordu aklından, ha?”
“Bir şey olmaz amirim, Şükran evde bakıyordur onlara.”
“Ne saçmalıyorsun Şevket?”
Masanın üzerindeki dosyada yazan ismime bakıyorum: Şevket Kavaklı...
“Şevket kim amirim? Yanlışınız var.”
Bu adam beni nereden tanıyor? Ben bile tanımıyorum, kim ulan bu Şevket? Hep ağızlarda bir Şevket de Şevket. Ayıp oluyor ama... Bu topraklarda önce ayıpları öğreneceksin, sonra edebiyatı falan... Sırasıyla her şey. Bakın bana, önce edebiyatı öğrenmeye çalıştım, bu bile ayıptır felsefeye. Çok geç öğrendim, çok geç...
“Nasıl? Şevket değil mi senin adın?”
“Değil amirim, tanımıyorum öyle birini.”
“Dalga geçme ulan benimle!”
Bağırmasan da aynı şeyler olur. Kimse öğretmiyor bu devirde erkeklere bağırmamayı. İnsanın da dilinin kemi- neyse. Kelimeler de böyle yarım ve kesik kalınca, -ınca, nasıl, hoş mu? Böyle de sustuğumu düşünüyor amirim. Bazen susacaksın işte, susacaksın ki sustuğunu sansınlar. Hepinize öğreteceğim bağırmamayı. Susarak. Sus. Şşşş.
“Bekle beni burada.”
Gidecek yerim mi var, hop, nereye gidiyorsunuz? Amirim, diyorum, anlamazsın tabii sen. Neyse Şevket. Ne ise Şevket? Susayım bari; beklemek, sessiz yapılması gereken bir eylem olduğundan susayım. Beklediğini belli etmeyeceksin ki ''bekle'' diyen gelecek mi göresin. Çünkü herkes gelmez, belli edersen de, şöyle bir bakarlar, biraz daha bekle derler. Ben Şükran’ı düşünmeyivereyim bu akşam da, beklediğimi sezecek diye korkuyorum.
Amirim topal ayağına umursamadan hızlıca içeri girdi. Topal...
“Sen deli misin evladım?”
Bu amirim de bu soruları çok düşünüyor herhalde.
“Efendim amirim?”
Herkese efendim denmez, bunu da öğrenmeliyim. Çok fazla şey öğrenmeyeceğim, fazlası insanın yaşamasına engel oluyor. O yüzden çok şey öğrenmeme gerek yok öyle. Ayıpları öğrensem yeter bana. Bak Şükran geldi yine aklıma. Hoş geldin Şükran, evimin neşesi Şükran, gökyüzümün güvercini Şükran. Yüreğimin dikenli çiçeği, hoş geldin.
“Neden öldürdün Şükran’ı Şevket?”
“Efendim amirim?”