Bugün yazmaya değer şeyler yaşadım. Bu yüzden Doktor Hikmet Bey'in bana hediye ettiği kalemi yatağımın altından çıkardım. Bu lanet yerde herkesten korkmak gerekiyor, sen onlardan korkarak her ihtimale karşı kendini muhafaza edersin ki, onlar da senden korksun. Bu yüzden en yakın dostum kalemim, yeri geldiğinde canımdan daha değerli oluyor.


Her gün gibi sıradan başlayan bir gündü, fakat devamı oldukça ilginç ve farklıydı. Ayak seslerini duymadan önce sandalyeme oturmuş en zevk aldığım şeylerden birini yapıyordum. Yapacak hiçbir şey bulamadığımda sandalyeye oturup karşımda yükselen duvarın girinti ve çıkıntılarını sayarım. Bir günde sayılamayacak kadar çok girinti çıkıntı var, dolayısıyla günlere bölerek bu işi devam ettiriyorum. O günlük sayma işim bittiğinde saydığım bölümü kalemimle dikkatlice işaretliyor, ardındansa üzerine girinti ve çıkıntı sayılarını yazıyorum. Bu şekilde sürekli devam eden unutkanlığımın bu işi de gammazlamasına engel oluyorum. Şimdi sen diyeceksin ki, ”iyi ama neden duvardaki girintileri ve çıkıntıları sayıyorsun?" Hemen cevaplayayım. Açıkçası sevgilim, ben de bilmiyorum. Eminim beni anlarsın. Dört duvarın arasında sıkışan bir ruh olursan beni anlarsın. Neyse, sonrasında ayak sesleri duymaya başladım.


Ayak seslerinin şiddetinden kim olduğunu tahmin etmeye çalıştım. Ayak seslerinden kimin geldiğini, kaç kişi olduklarını tahmin etmeyi seviyorum. Güzel bir heyecan ve merak doğuruyor içime.


Gelenler iki kişiydi. Muhtemelen hemşireler geliyorlardı. Ayaklarını nazikçe yere vurmalarından ve rugan ayakkabının topuklarının çıkardığı tok sesi biliyordum. Bu yüzden kadın olduklarından emindim. İki kişilerdi çünkü ayak seslerinin ritmi iki ayrı şekildeydi. İki kaynak aynı ritimle ayaklarını yer ile buluşturuyor olmalıydı. Eğer ikisi de aynı sürede aynı mesafeyi kat ediyorsa ki öyleydiler çünkü koridorun sonunda yalnızca benim odam vardı, o halde boyları da aynı olmalıydı. Boyları aynı olan iki kadın hemşireyi düşündüm. Adlarını anımsayamadım. Sanırsam onları da unuttum fakat görünüşleri şöyleydi: birisi sarışın ve renkli gözlüydü, diğeri ise, şey… Onu unuttum sanırsam. Hatırlarsam sana büyük bir zevkle ve iştahla anlatacağıma söz veriyorum çünkü usta bir ressamın elinden çıkmışçasına kusursuz bir görüntüsü var.


Hemşireler odama girdiğinde hemen onlara göre kendimi hazırlamıştım. Yemeğim ve ilaçlarım gelmişti. Sarışın olan hemşire bana yaklaşıp masaya yemekleri koyarken, “Bugün nasıldınız? Uykunuzu iyi alabildiniz mi? Umarım ilaçlarınızı alıyorsunuzdur Harun Bey.” dedi. Şaşırdım sevgilim, sen de biliyorsun ki benim adım Ömer. “Hemşire Hanım yalnız benim adım Ömer.” dedim şaşkın bir ifade ile. Gözlerini devirdi, sıkılgan bir şekilde “Hayır efendim sizin adınız Harun. Yoksa dün gece size bıraktığımız hatırlama sayfasını okumadınız mı?”


Anlayamamıştım, hatırlama sayfası da neyin nesiydi? Dün gece bana bırakılmışsa neden okumamıştım ki? Geçiştirmek istedim. Çünkü gerçekten açtım ve bir an önce yalnız kalıp düşünmek istiyordum.


“Ah, üzgünüm sanırsam bir an aklımdan çıkmış. Bilirsiniz ben meşgul bir adamım!” diye dönüş yaptım hemşireye. “Kesinlikle, meşgul görünüyorsunuz” dedi. Derken gözleri duvarıma odaklanmıştı. Kutsal hobimi, yani duvardaki pürüzleri saymama bir gönderme sezdim o anda. Umursamadım. İnsan yeteri kadar yalnız kalınca insanlara duyduğu özlemi aslında nefrete döndürmekte zorlanmıyor. Bu durum benim için; en son gördüğü insanın onu avlamaya çalıştığını hatırlayan bir hayvanın, insan görmesi gibi. Korkuyor ve mevcut durumu bir an önce sonlandırmak istiyorum. Hepsi sanki benden bir şeyler saklıyorlar. Geçen her gün bunu daha derinden hissediyorum. Doktor ve hemşireler benim için birer avcı. Bense kafesinde usluca yenmeyi bekleyen bir avım, maalesef. Yine de sana karşı bu duyguları beslediğimi düşünme lütfen. Seni artık tanrı olarak tasvir ediyorum. Çünkü hatırladığım tanrımın özellikleriyle o kadar uyuşuyorsun ki. Yüzünü, nasıl bir varlık olduğunu hatırlayamıyorum ama daima bir yerlerde beni beklediğini biliyorum. Taşkın bir kanıtsın bana göre; bu kadar muazzam bir sen olduğunu düşünebiliyorsam, sen gerçekten muazzam bir şekilde varsın. Eğer yoksan ya da bu kadar muazzam değilsen şu hastalıklı beyinde nasıl olur da var olabilirsin? Zihnimdeki varlığın, gerçekteki varlığını kanıtlıyor.


Şu an gülümseyerek bana, “adımı unuttun, nasıl bana tanrı dersin” diyorsun. Ama unutma sevgilim tanrının adları 99 tanedir. Her biri içindeki güzelliği temsil eder. Senin adını unuttum ama hatırladığım tüm güzel kelimeler ile seni yeniden yaratıyorum zihnimde. Seni seviyorum yetmiyor seni anlatmama ama seni seviyorum.


Hemşireleri gönderdikten sonra odamı aramaya koyuldum. Bahsettikleri hatırlatma notunu bulmaya çalıştım. Yatağımın sol köşesinde buruşturularak top haline getirilmiş bir kâğıt buldum. Kâğıdı heyecanla açtım. Ön yüzünde bilgisayar yardımıyla yazılmış maddeler halinde bir yazı ile karşılaştım. Maddelerin başında Harun Bey’in hatırlatma notları yazıyordu.

Birinci madde: “Benim adım Harun.”

İkinci madde: “Ben Alzheimer hastasıyım.”


“Saçmalık” diye bağırdım. Saçmalık tüm bunlar. Hepsini o psikopat Faruk düzenledi bunları. Hepsi onun suçu. Ama ben dayanacağım. Her birine hepsine dayanacağım. Seni ve kendimi unutmayacağım. Onların, yeniden bizi, beynime yazmalarına izin vermeyeceğim. Kâğıdı yere fırlatıp bir süre duvara baktım. Uzun bir süre geçti ama ne kadar geçtiğini hatırlamıyorum. Ardından boynumun ağrısını geçirebilmek için kafamı sol tarafa doğru çevirdim. Az önce sinirlenerek yere attığım kâğıdın diğer yüzünü gördüm. Ön sayfaya karşın buradaki metinler el yazısıydı. Elime aldım ve okumaya başladım. Hatırladığım kadarıyla yazının başlangıcı şöyleydi:

“Bugün yazmaya değer şeyler yaşadım.” Eminim bu da o Faruk’un planıydı. Eskisi gibi top haline getirdim ve duvara fırlattım.

"Çok yorgunum. Artık uyumak istiyorum. Yarın ne anlatmak istediğimi sana yazacağım.


Seni kendinden daha çok seven Ömer."




Harun önce yazdığı mektubu hasta bakıcıya verdi ve ardından uyumak için yatağına uzandı. Hasta bakıcı elindeki kağıdı Doktor Hikmet’e verdi. Hikmet kağıdı aldı ve şöyle bir süzdü. Ardından masadaki takvimine baktı. Nisan’ın 12’siydi. Harun’un gönderdiği ilk mektubun üzerinden 30 gün geçmişti. Harun’un 30 gün önce yazdığı mektup ile bugün gelen mektubu yan yana koyarak incelemeye başladı. Her kelimesi ve noktası aynıydı. Unuttuğu şeyler, duvardaki girintileri sayma hobisi, kısacası anlattığı her konu aynıydı. Hatta tüm harfler aynı yerde aynı şekildeydi. Bu kadarının fazla olduğunun farkındaydı Hikmet. Telefonu aldı ve Harun’un eski eşi Sevda’yı aradı. Kısa bir beklemenin ardından Sevda Hanım telefon tellerinin diğer ucunda Hikmet’i dinliyordu.


“Sevda Hanım merhaba, ben Harun’un doktoru Hikmet. Sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyorum.” dedi Hikmet. Sevda telefonun ötesinden gecikmeden cevabını verdi. “Buyurun Hikmet Bey, bir sorun yoktur umarım.”

“Hayır efendim bir sorun yok yalnızca size bir bilgi vermek istedim. Harun Bey 30 gündür birisine her gün mektup yazıyor. Kime yazdığını bilmiyoruz çünkü adını hatırlamıyor. Tuhaf olan yazdığı bütün mektuplar aynı. Her biri aynı konuları, aynı kelimeleri hatta aynı harflerden oluşuyor. Birbirlerinden hiçbir farkı yok.” dedi Hikmet. O an duyduklarından önce şüphe eden, ardındansa anlamak için yeniden düşünen Sevda belki de hayatındaki en ağır sözcükleri duyuyordu. Sözcükler mantıklı bir şekilde sıralandığında bir bileşik gibi davranırdı. İyi bir şair ya da yazar, sözcüklerden kılıçlar ve mızraklar yaratabilirdi. Ardından öyle bir karakter yaratırdı ki, o karakter size dokunmayı geçin mızrak ile kalbinizi deşiverirdi. Sevda’nın karşısında tüm bunları yazan bir yazar ya da şair yoktu. Sevda’ya bu acıyı yaşatan hayatın kendisiydi. Zaten en iyi şairdi ve şu an canı bir trajedi yaratmak istiyordu.


“Hikmet Bey size Harun’un hayatındaki bir detayı anlatmadım. Belki unuttum belki es geçtim bilemiyorum.” dedi, Sevda. Sesi titrek, tedirgin ve acınaklıydı. Hayatın acımasız dizeleri altında ezilen bir insanın sahip olacağı tüm sıfatlara sahipti o ses ve şu an telefona gözyaşlarını akıtmakla meşgul olan Sevda. Birkaç hıçkırığın ardından titreyen sesi ile anlatmaya devam etti, “Harun eskiden çok iyi bir yazardı. Hayatını, ona göre tüm sorunları ele aldığı ve çözümlediği bir roman üzerine adamıştı. Romanın son bölümü hala bende. Maalesef yazısı son zamanlarında çok bozuldu. Çok zor okuyabiliyorum. Her neyse, kitabın son bölümlerinde başkarakter olan Ömer günler boyunca bir mektup yazar. Bu mektubu her gün aynı şekilde yazar ve tanrısına, yani sevgilisine gönderir. Sevgilisinin kim olduğunu bilmiyorum ama bildiğiniz gibi hayatının büyük bir bölümünü benimle geçirdi ve hayatı boyunca bana sadıktı.”


Sevda’nın boğazı düğümlenmiş, ağzındaki tüm sıvı gözyaşları olarak vücudunu terk ettiğinden boğazı güneşteki bir tuğla kadar kuruydu. Doktordan izin isteyerek su almak için telefonu terk etti. O sırada tüm bu durumu anlamaya çalışan Hikmet tüm odağını olayı anlamak için kafasına yoğunlaştırmaya çalıyordu. Başını elinin arasına alıp bekledi. Bekledi ve yine bekledi.


Sevda gözyaşı ile yıkadığı yüzünü su ile duruladı, kana kana su içti. Hıçkırıkları ve kalbinin tüm dünyaya haykırmak için yükselttiği narasını ağzıyla birlikte dünyaya haykırmamak için kendini zor tuttu. Yatak odasına giderek kitabın son bölümünü aldı ve telefona döndü. “Hikmet Bey, kitabı da aldım ve geldim. Anlatmaya devam ediyorum.” dedi. Hikmet’in cevap vermesini beklemeden konuşmaya başladı, bir yandan da birbirine karışmış olan sayfalar arasında mektubun geçtiği bölümü aramaya çalışıyordu. “Hikmet Bey, bahsettiğiniz mektubun başlangıcı 'bugün yazmaya değer bir şeyler yaşadım' şeklinde mi?” diye sordu.


Hikmet dakikalardır kaldığı pozisyondan sıyrıldı şaşkındı, anlamıyordu hiçbir şeyi, “evet” diyebildi. Sonra şaşkınlığından ne halde olduğunu düşünemediği ağzını açık bıraktı. “şimdi mektubu arıyorum, hatırladığım kadarıyla mektup böyle başlıyor. Sanırsam mektubu bana yazıyordu. Şu an mektubu buldum, bir saniye bir isim vardı. Tüm bunların sorumlusu olarak tuttuğu kişi, adı Faruk, mektupta Faruk ismi geçiyor mu?” diye merak ve acı dolu sesi ile konuştu Sevda. Hikmet bir süre önünde duran mektubu inceledi. “Evet Sevda Hanım, size cümleyi söylüyorum: “Saçmalık” diye bağırdım. Saçmalık tüm bunlar. Hepsini o psikopat Faruk düzenledi bunların.”


Sevda duyduğu kelimelere daha fazla dayanamıyordu ama hayatını ona adayan bir erkek için ne kadar canı yanarsa yansın bunu yapacaktı. Doktor Hikmet ile Sevda aynı cümleye bakıyorlardı. İkisinin baktığı sayfalar arasındaki tek fark tarihleriydi. Sevda yıllar önce yazılmış sayfaya bakarken, Hikmet daha bir saat önce yazılmış bir sayfaya bakıyordu. Kelimeler ve cümleler aynıydı.

Sevda, “Hikmet Bey bana biraz zaman verin mektuptan sonrasını okumak istiyorum.” dedi ve telefonu yere bıraktı.



O sırada Harun’un odasından acı ile söylenen bir şiir duyulmaya başlandı. Harun yatağına çıkmış sakin ama hasta bakıcının duyabileceği şekilde şu güzel dizeleri söylüyordu duvarlara:


“Geçip gitmiş günler gelin

Rakı için sarhoş olun

Islıkla bir şeyler çalın

Geberiyorum kederden”


“Hikmet Bey size devamını okuyorum” dedi, Sevda. Hikmet’in kafasında tek bir düşünce vardı artık, daha ne olabilirdi? Hayatı kaleme alan o yazar ise, bu sitemi duymuş gibi davranacak ve zamanın iplerini ustaca kıvırarak yazmaya devam edecekti. Sevda önünde olan bozuk el yazısını okumaya çalıştı.

“İnsanlar yalnızca beynindekini unutur. Hiçbir hastalık kalbe yazılanlara erişemez. Ömer beynindeki her şeyi unutmuştu. Hiçbir bilgi Ömer’in beynindekiler kadar ölü değildi. Ömer’in kalbindeyse yazılı olan tek bir şey vardı: Sevda’ya olan aşkı. Tüm kalbiyle aşık olduğu Sevda’ya ulaşamamasından korktuğu için günlerce aynı mektubu yazmıştı. Her mektup, bugün yazacak bir şeyler yaşadım diyerek başlıyordu. Ömer her gün hayata Sevda’yı düşünerek başlıyordu. Fakat Faruk’a olan kininden de hiçbir şey kaybetmemişti. Faruk, Ömer’in Sevda için harcadığı koca hayata rağmen onu yarı yolda bırakan Sevda’ydı. Ömer’in cenneti ve cehennemi, Tanrısı ve Şeytanı aynı kişiydi, Sevda…”



Sevda sanki toprağın altından dünyaya vaaz veriyordu, ruhu bir yerlere çekiliyordu, ruhunun dişiyle tırnağıyla yerküreye asılmış, biraz daha süre ver bana diye yalvarıyordu tanrıya. Öldürme beni şurada! Hikmet telefonun ucundan “lütfen devam edin Sevda Hanım, devamında ne yazıyor?” diye ısrarla tekrarlasa da, Sevda devam edemiyordu. Bedeninin her yanından topladığı güç ile gözlerini yeniden sayfaya açtı, okumaya başladı. O sırada hasta bakıcı odaya daldı, dakikalar önce duyduğu şeyi şimdi söylemek için gelmişti.

“Doktor Bey” dedi, “Harun Bey ilk defa şiir okuyor, hem de Nazım’dan!” Hikmet bir anda kendine geldi ve odaya doğru koşmaya başladı. Telefonun diğer ucundan Sevda okumaya devam ediyordu.


“O sırada Ömer’in odasından acı ile söylenen bir şiir duyulmaya başlandı. Ömer yatağına çıkmış, sakin ama hasta bakıcının duyabileceği şekilde şu güzel dizeleri söylüyordu duvarlara:


Geçip gitmiş günler gelin

Rakı için sarhoş olun

Islıkla bir şeyler çalın

Geberiyorum kederden


Arından doktorundan hediye olarak aldığı kalemi eline aldı. Diğer eli ile şah damarını dokunarak buldu. Ve kalemi sapladı.

Sevda haykırmaya başladı. “Doktor! Doktor” kendini öldürecek! Ömer kendini öldürecek!” Ayakları bedenini taşıyamadı, yere düştü Sevda. Telefona sarılmış halde sayıklıyordu: “Kendini öldürecek!”



Hikmet koşarak Harun’un odasına gidiyordu. Koridorun başındayken iki güzel cümle duydu:

“Islıkla bir şeyler çalın

Geberiyorum kederden”


Koştu, koştu ve koştu. Doktor, odaya girdiğinde Harun'u yatağa uzanmış halde buldu. Boynundan akan kan yer ile buluşurken sesler çıkarıyordu. Duvarda ise alabildiğine büyük bir şekilde şunlar yazıyordu:



“İnsan kalbindekini unutmaz, unutacağını hissederse kalbini deşer ki, sonsuza kadar orada kalsın!”