Güzel bir gün. Dışarıda kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor. Güneş, dışarıda çocukluğumdan kalma, henüz kirlenmemiş günlerin havasıyla odaya hüzme hüzme doluyor. Ben de sigaramın dumanıyla küçük halkalar çıkartıp onların güneş ışınında nasıl da gizemli bir edayla dağılmalarını izliyorum. Zaman geçiriyorum. Ben böyle oyalanırken aniden odaya o geldi. Uzun kıvırcık saçları, ince ve uzun bacakları, hafif çıkmış göbeği ve o tarifi imkansız burnu ve gözleri ile güne hazırlanıyor. Bense o gelince yatakta toplanmış, gerçekliği sorguluyorum. Odama ansızın girişin hayal olduğunu düşünecek haldeyim. İyi ve kötü kavramları üzerine düşünmüyorum. Belki de çıldırmışımdır. Ondandır onu görünce her şeyi ince eleyip sık dokumam. O odadan çıktıktan sonra bu güzel Güneş'in izlerini maskeleyen kokuyla bu anın gerçekliğine dair endişelerim yok oldu. Bir sigara daha içip odamın camından etrafı seyre daldım. Aşağı, mutfağa indiğimde kanepeye yaslanış kahve içiyordu. Masada benim için de yapılmış, dumanı tüten bir kahve daha vardı. Midem yanıyordu ama onu içecektim. Bana kesinlikle bakmıyordu. Öyle ki, elimdeki kahveyi de kendine yaptığını düşünmeye başladım. Hayır, öyle değil. Benden bir hamle, birkaç kelime konuşmamı bekliyordu. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Aslında kahve için teşekkür edebilir veya enfes olduğunu söyleyebilirdim. Soğuk ve zoraki bir ''Günaydın'' çıktı ağzımdan. Kafasını aniden bana çevirdi. Bakışları içime işliyor, içimde gitgide birtakım hisler tesirini artırıyordu. Suçluluk duygusuna yakın bir şey. Aramıza ördüğü duvarları aşamıyordum. Kariyerimde olduğu gibi, ilişkilerde de başarısızdım.



Evet, suçluyum; bu duygulara esir olduğum, karşı koyamadığım için suçluyum. Gelişi de gidişi kadar ani oldu. Elimde hiçbir şey de kalmadı. Ne onu anmama yarayacak güzel bir anı, ne de başka bir şey. Elimdeki hayata uygun bir yapboz parçasıydı sadece, ben elimdekilerden bu kadar kurtulmak isterken.



''Elimdekilerden bu kadar kurtulmak isterken''. Bu ne demek? Doğduğumda bana verilen ve ömür boyu benimle olacak olan şeyleri benimseyemediğim için değiştirme isteği. Başlarda- on yedili yaşlarımda- uyum sağlamak adına gösterdiğim çaba, depresiflik ve gariplik olarak dışa yansıdı. O çaba içinde mutsuzdum çünkü sanki kendimi ikinci plana atıyor, benliğimi ezip geçmek için çabalıyordum. Fakat o yıllarda ne istediğimi tam olarak bilmiyordum. Bu durum çok kafa karıştırıcıydı. Yine de ideallerimden uzak bir yaşam, benim en büyük kabusumdu. Şöyle bir düşünceye kapıldım: Uyum sağlama çabam bana kendimden yoksunluktan başka bir şey vaat etmiyorsa, ne diye bunun için uğraşayım? Zira bu çabamın da olumlu sonuçlanacağına dair bir izlenimde bulunamadım hiç. Ne yaparsam yapayım diğerlerinin yanında uyumsuz, olumsuz ve garip durmaktan kaçınamadım. Fakat yalnızlığı müthiş sevdim. Yalnızken çok mutlu olurdum. Yalnızken hayata karşı güç topluyor, enerji depoluyordum. Kaçabildiğim kadar yalnızlığıma kaçıyordum. Sonra yeni uğraşlar, hobiler edinmek istedim. İçimdeki boşluğu doldurmak için ve kaliteli vakit geçirmek için edinilen yeni hobiler. Şüphesiz en iyi dönemimdi. Hiç durmaz ve çok mantıklı hamleler yapardım-kendimce-. Fakat o zamanlardaki girişimlerimin sonucunun hayalperestlik ve başarısızlık olacağını, hayat denen yarışta geriye düşmemle sonuçlanacağını kim bilebilirdi ki? Zira çok büyük bir atılıma imza atmıştım. Sözde büyük atılımımın hayatta hiç değeri yokmuşçasına görülmemesi, büyük bir günahın cezasını bu dünyada çekiyormuşum gibi yaşamımın ellerimden kayıp gitmeye yüz tutması nedendir?



Bu soruların sonu gelmiyor. Bir cevap bulsam dahi bir etkisi olmuyor. Ne önemi var ki? Yeni bir başlangıcı kendime müjdelemekten başka ne kurtarıcım olabilir benim? Hayaletlerle yaşayamam, inanamam onlara.



Keskin kahve kokusuyla, kopan zaman mekan algım normale döndü. İki bardak vardı masanın üzerinde; biri benim, yarısına kadar kahve dolu, diğeri boş. Bardağın ağzının kenarlarında ruj izleri var. Kahve biraz soğuktu. Bir dikişte içtim. İki bardağı da yıkayıp rafa koydum ve bu sabah, geçmişten hisler taşıyan sıcak güneşin altında koşu yapmak için dışarı çıktım.