7 Eylül, Çarşamba. Saat üç suları.


Ha geldi ha gelecek. Topuk tıkırtısını işitmek için sanki bütün sokakta ölüm sessizliği... Kum taneleri yavaş yavaş dökülüyor ama ne gelen var ne giden. Bu gece sadece bütün mahalleyi saran bir huzursuzluk var.

Kum taneleri biraz hızlandı sanki. Dünyanın güneşe dönük yüzüne daha hızlı varmak için. Bir ses var galiba sokağın başından. Çok ince, içine bir ses ama. Ah mı der off mu der belli olmayan cinsten.

Nereye gideceğini bilmiyor ama nereye gidemeyeceğinden adı kadar emin. Komik olmayan bir fıkra gibi ama adı gerçekten de Emin.


Emin, buraların çocuğu. Her gece aynı saatte mahallede volta atar. Kahveyle, gündüzle arası pek yoktur. Akşam olup da herkes huzuruna çekildiği vakit Emin de kendi huzursuz kabuğundan kaçar, mahalleye taşar.

Bu gece de diğer her gece gibi aynı gözükür. Emin, yine sokağın başından görünür. Fakat bu gece farklı bir şey var havada. Tam da bu vakitlerde elleri cebinde caminin önünden geçmesi gereken oğlan, sokağın ortasında kaldırıma çöker bu defa. Hatta ilk defa.

Bir sıkıntısı var belli. Ellerinin arasına sıkıştırdığı başından belli. Parkeyi bir şey ıslatıyor ama yağmur yağmıyor. Emin bu gece ne yaşadı, ne belli?

Emin'in yüreği titremiş, taa ayağına vurmuş, ileri geri sallanır durur.


Burası İstanbul'un izbe mahallelerinden birinde uzunca bir sokak. Kurulmuş iki tarafına bir ceviz ağacı, bir çardak. Bir de eski bir camiyle bir sokak lambası... Bu kadardır Vefa Sokağı, çocuğu bile yoktur. Kimse elinden tutmamış bu sokağın. Hatta içindekilerin bile elinden tutan olmamış.


7 Eylül, Çarşamba. Saat altı suları.


Ha söndü ha sönecek. Kum taneleri durmamış, hep aşağı düşmüş. Vakit gelir çatar İstanbul'un kimsesiz Vefa Sokağı'nda, bir sokak lambası yeni güne gözlerini kapar.

İstanbul keşmekeş. İstanbul yaralı ceylan. Nice oğlanlar, nice kızlar yenik düşer onun kudretine de can verir göğsünde. Yine de herkes kaptırır kendini Galata'ya, Kız Kulesi'ne. Emin de kaptırmış işte yıllar önce kendini bu hengameye. Yol bilmez, iz bilmez; yine de çıkmış gelmiş memleketinden. Gelmemek ne mümkün; sofrada tabağı kalmamış baba ocağında. Tutmuş yolu, gelmiş buralara ta ocağın ortasında.

Kar, tipi, boran...

Kartpostal gibi gelir herkese ama bir de sorsanız bizim Emin'e...


İş bul, aş bul, başını sokacak bir dam bul derken oldu sana martın sonu bahar. Ama ne bahar!

Ev dediğin içindekilerle evdir. Anasız, babasız ev mi olur? Emin'inki de ev değil zaten. Boyası dökülmüş dört duvar bir kulübe. Sıkışıp kaldığı dört koca duvar... Emin'in hikâyesi de böyle işte. Yazılsa roman olur, denilen cinsten. Ama yazmaz kimse işte, bulaştırmazlar ellerini o mürekkebe. Uğursuzluk getirir uğursuzun hikâyesi.

Günler günleri kovalar. Emin o geceden sonra hiç gözükmez mahallede. Geceleri topuk tıkırtısıyla serenat yapan oğlanın bu defa yokluğu yankı yapar loş sokakta. Çok fark eden de olmamış yokluğunu bir sokak lambasından başka.


12 Eylül, Pazartesi. Saat 20.00.


Dünya tepetaklak oldu yine. Kum saatinin nevri döndü. Gündüz gözüyle güç yayılmış kara haber. Öksüz Emin'in babası ölmüş. Anası zaten Emin'i dünyaya getirirken göçüp gitmiş dünyadan. Babası da hanımın ölümünü yüklemiş şuncacık çocuğa. Uğursuz bellemiş de yıllarca evlat yerine koyup sevmemiş. Günün birinde daha fazla katlanamamış, koymuş Emin'i kapıya. Kara kışın ortasında.

Öyle sebepsiz, öyle alelacele...


İşte, biz de sanırdık ki o kış Emin için babası zaten ölmüştür. Meğer bizim Emin yıllar yılı hem babasını hem babasızlığı büyütmüş içinde. Bir Pavlonya fidanı gibi.

Her gün can suyu verip durmuş. İşte, birkaç gün önce de babası Emin'in adını sayıklaya sayıklaya ölmüş. Emin'in can suyu bu defa can verememiş babasına.

Emin gariban çocuk. İçinde ne nefret ne kin; düşmüş yola. Babasının mezarına toprak atmaya. Babası hiçbir zaman gururla almamış onu omzuna ama Emin bütün gururuyla almış babasının tabutunu omzuna. Uğurlamış sonsuzluğa.


Mahallede yayılmış tabii bu olan biten. Mahalleli yeni tanımış Emin'i. Sanki mahalleye yeni taşınmış gibi. Meğer yanı başlarında yıllar yılı bir gariban, sessiz sedasız, hiç yokmuş gibi...


14 Eylül Çarşamba. Saat dört suları.


Zaman dediğin şey; ağrı kesici. Beklemez, akar gider bir ırmak misali. İyileştirmez belki ama dindirir biraz ızdırabı. Sokak bir haftadır geceleri böyle insiz. Kum taneleri de dökülmeyi bıraktı. Ama durun, bir tıkırtı var sanki. Ökçesine basılmış yumurta topuk bir kundura sürüne sürüne gelir yolun başından. Adımlar hayli kararsız. Gelen Emin imiş meğer. Bitmiş gitmiş ama Emin; bir deri bir kemik. Elinde de kalınca bir ip, urgana benzer... Çocukmuş o zamanlar, babası ağlayıp başını şişirmesin diye evin ortasına salıncak kurmuş o iple. Hızlı sallanıp da düşünce daha da beter ağlamaya başlamış bizimki. Babası da söküp atmış salıncağı. Emin de bulmuş getirmiş o ipi şimdi.


Ayaklarını sürüye sürüye geldi Emin, gene oturdu dizimin dibine. Hâli yok herhalde sokağın sonunu görmeye. Aldı yine elini başının arasına. Üzerinde eski bir oduncu gömleği; mavi, siyah kareli. Sökük sökük her yeri. Gömleğin sol tarafında bir cep, içinde de üç dört dal sarma sigarayla bir de kibrit tanesi.


Doğruldu Emin. Attı elini cebine. Çıkardı sarmasını. Tek bir kibriti var asfalta sürtecek. Yanarsa sigarası tutuşacak, yanmazsa umudu. Ama kim bilirdi ki bu gece tutuşan tek şey onun gençliğinin hududu. Sağ elinin iki parmağıyla kavradı kibriti usulca. Camiye doğru hızlıca sürttü asfalta. Kıvılcım attı. Kibrit alev aldı, tutuştu. Bu gecelik umudu cebine kar kaldı. Çok bir rüzgâr da yoktu ama siper etti elini kibrite. Sigarasının ucu kızarınca elini ileri geri sallayıp söndürdü kibritini. Derin bir nefes çekip yuttu dumanını. Bir de güzel gülümsedi. Sağ elinin parmakları arasına sıkıştırdı sigarasını. Alnını da yasladı o eline, başladı ezbere bildiği Vefa Sokağı’nı tekrar tekrar ezberlemeye. Aheste aheste üç dört nefeste bitirdi sigarasını. Ucunu da direğime, belki de yüreğime bastı. Yavaşça doğruldu, kalktı ayağa. Acelesi yoktu. Zaten niye olsun ki? Evde işi, ocakta aşı mı bekler? Üzerini bir güzel silkeledi. Üstten üç düğmesi açık kalmış, ikisini düğümledi. Yere eğildi, ipi aldı. Uzunca bir ip. Eminden bile uzun. Emin'in ömründen bile uzun. Bakışlarını yolun az ilerisindeki ceviz ağacına çevirdi. Odaklandı kaldı bir süre. Sonra mesafe fazla geldiğinden midir nedir; yanına gitti. İpini salladı ağacın dalına. Sırtı bana dönük bir şeyler yaptı. Bitirince etrafına aranırcasına bakındı. En son Hikmet amcanın dükkanın önüne attığı tabureyi buldu, getirdi. Üzerine çıktı. İpin ucunu halka yapıp düğümlemiş meğerse. Geçirdi boynuna.


Saat beş suları, gün ha aydı ha ayacak.


Taburenin devrilme sesini duymak için sanki; bütün sokakta ölüm sessizliği. Kum saati devrilmiş, kırılmış. Taneleri serpilmiş taşların arasına. Bu defa çok bekletmedi, hemen duyuldu tahta taburenin parkeye vuruş sesi. Dünyanın öbür tarafına daha erken varmak için kesin. Çok ince, içine bir ses duyuldu. Ne dediği belli bu defa.

Bitti.


Çok geçmedi, bir ses daha duyuldu sokakta. Hayli gür bir ses. Sokağın ortasında direğine sigara basılmış lambanın ampulü patlamış.


...

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Bir darağacında ya da yolda yürürken

Bugün oturdum ölümü düşündüm

Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken

Ahmet Erhan