Ahmet ve Emin okuldan çıkmış, ailelerinin onlar için kurduğu gelecek hayallerinden habersiz, hayatın oyun oynamaktan ibaret olduğunu düşünerek evlerine doğru yürüyorlardı. Emin birden aklına çok değişik bir fikir gelmiş gibi durup "Size gidip salonda tek kale maç yapalım!” dedi. “Olmaz, annem uyuyor.” diye itiraz eden Ahmet'e “Aman be oğlum, senin annen de hep uyuyor!” diye mızıldandı. “Ne yapalım oğlum, çalışıyor.” diye diklendi Ahmet ama, Emin'in “Tamam oğlum söz, gürültü yapmayacağım.” diye başlayan sözlerini duyunca, kolay kolay başından savamayacağını anladı. Ahmet'in inatçı karşı çıkmalarına rağmen Emin, ısrarcı ve umursamaz bir halde, merdivenleri çıkmaya başlamıştı bile.

 

Boynuna pamuktan bir iple bağlı anahtarını çıkardı Ahmet ve gücünü son noktasına kadar tüketircesine açtı kapıyı. Evdeki sessizlik, Emin'in içindeki merak ve oyun hevesini eğdi, büktü, katıksız bir korkuya çevirdi ve küçük çocuk iliklerine kadar titredi. Böylece kapı açılmış ve iki çocuk için yıllarca cehenneme dönecek oyun başlamış oldu.

 

Korku dolu bakışlarını etrafta dolandıran Emin, "Bunun bir de küçük kız kardeşi vardı." diye düşündü. Ama evden ne çocuk sesi, ne televizyon, ne horlama duyuluyor, sanki içeride sinek bile dolaşmıyordu. Ahmet odasına doğru ilerlerken “Salona geç, ses çıkarma lütfen.” diye çok net uyardı Emin'i. Aslında Emin'in ses çıkarmak bir yana, kıpırdayacak hali kalmamıştı ama bir asker gibi uyguladı kulağına çalınan bu emri. Sırtındaki çantasını pencerenin önündeki divana bırakırken bir yandan da kafası havada, etrafında döne döne evi inceliyordu. İki tur döndükten sonra, küçük bedenini çantasının yanına, divana iliştirdi. Üzerini değiştiren Ahmet, bıkkın adımlarla salona geldi ve ilgisizce arkadaşının arkasına doğru bakıp “Naber kız?” dedi. İçinde vücut bulan korkuyu bu defa ensesinde hisseden Emin, dizlerinin titremesine engel olamadan, yavaşça arkasına dönünce fark etti ufak kızı. Ahmet'in kız kardeşi Ayça, pencerenin geniş pervazında oturmuş, Camgüzeli saksılarının yanında bebeğine sarılmış sokağı seyrediyordu. Emin'e hiç bakmadan “Sessiz olun, annem uyuyor.” dedi, çıngıraklı sesiyle. Kızın penceredeki solgun varlığı ne kadar gerçeküstüyse, sesi de bir o kadar hayat kokuyordu. Bulunduğu ortamın büyüsüne yavaş yavaş alışan Emin, “Annen ne iş yapıyor?” diye sordu. Her ne kadar kötülük içermese de bu soru, Ahmet'i çok rahatsız etti ve "Nasıl atlatırım?" diye düşününceye kadar kardeşinin cevabı gecikmedi. “Benim annem konsomatris.” Ahmet, kardeşinin varlığına lanetler okudu içinden. Sabırla gözlerini kapadı, dişlerini sıktı. Abisinin kızdığını anlayan küçük kız, böyle durumlarda hep yaptığı gibi, camı açtı ve bacaklarını pencereyi örten demir parmaklıklardan sokağa doğru salladı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi dönüp “Annem yemeği hazırladı. Ama arkadaşın için bir tabak daha ısıtman gerekiyor.” dedi. "Tamam." dercesine kafasını salladı Ahmet ve eliyle arkadaşına "Beni takip et." diye işaret etti.

 

Mutfağa girince iki küçük insan için kurulmuş bir sofra ile karşılaştı Emin. İçleri dolu iki tabak, küçük kaşıklar, çatallar, vazoda mis kokulu çiçekler, bir tabak salata, dilimlenmiş ekmekler... Hepsi çiçekli peçetelerle örtülmüştü. Bir de annesinin hazırladığı sofraları düşündü, belli etmedi ama çok içerledi. Ahmet buzdolabından tencereyi alıp yemeğin kalanını ısıtmak istemişti ama, küçük bilekleri bu ağırlığı zapt edemeyince kapak, büyük bir gürültüyle eski yer karolarının üzerine savruldu. İki çocuk, sonuna kadar açılmış gözlerle yerde durmadan dönen metal yuvarlağa baktılar. Ses, her devinimde azalıyor ama bir türlü kesilmiyordu. Tam sustu diye sevineceklerdi ki Ahmet, yine Emin'in arkasına bakarak daha önce hiç duymadığı bir tonda “Özür dilerim.” dedi. Mutfağa gelenin Ayça olduğunu düşünen Emin, bu defa rahatça arkasına döndü ve parlak, kırmızı bir güneşle burun buruna geldi. Bir adım geri gelince kapıda duranın Ahmet'in annesi olduğunu anladı. İnsan nasıl olur da, hem bu kadar yorgun hem de bu kadar güzel görünebilirdi? Uykusuz gözleri, gün ışığından kamaşan kadın, iki çocuğun da başını okşayıp önce tencereyi oğlunun elinden, sonra da kapağı yerden alıp yemeği ısıtmaya koyuldu. Sofranın eksik parçalarını tamamlayıp küçük kıza seslendi. Üç ufaklık, sessizce oturup yemeklerini yerken o da bir sandalye çekip sigarasını yaktı ve gururuyla çocuklarını seyretti. Emin de yemek boyunca kadını... Olup bitenler unutulup ortam rahatlayınca, anne ve çocuklar arasında neşe dolu bir muhabbet başladı. Emin, bu gizemli ailenin bir parçası olamamanın ruhunda açtığı boşluğu bir ömür boyu hissedecekti. Öyle ki, oyunu bile unutup yemekten hemen sonra, sessizce evine gitti.

 

Ne çocukların mutlu kahkahaları ne de kadının bigudilere sarılı altın rengi saçları aklından çıkmıyordu. İnce askılı, kırmızı saten geceliğin, kadının çıplak bedenindeki kayganlığını unutamıyordu. Bu kadın annesinden ne kadar da farklıydı. Önemli bir iş yapıyor olmalıydı. Söylemesi bile ne kadar zordu. Onları gerçekten kıskanmıştı. Tüm bunları düşündüğü sırada, kafasını ders kitaplarından kaldırıp babasına sordu: “Baba, konsomatris ne demek?” Babası şaşkın bakışlarını okuduğu gazeteden kaldırdı ve kısa zaman sonra yüzünde beliren alaycı bir gülümsemeyle “Orospu işte, bildiğin orospu.” dedi. Emin'in kafası çok karışmıştı.

 

Aradan birkaç mevsim geçti. Ahmet ve Emin sayısız oyunlar oynadı. O gün yenen öğle yemeğinden hiç kimse bir daha bahsetmedi. Ahmet'in korkuları her geçen gün azalırken Emin'in içindeki öfke ve kıskançlık giderek büyüdü ve bir gün, iki küçük çocuğun karşısında vücut buldu. Yan mahallenin çocuklarına karşı oldukları bir uzuneşek oyununda Ahmet, kafasını Emin'in bacakları arasına sokmaya itiraz edince, ikisi arasında önce ağız dalaşı, sonra ciddi bir dövüş başladı. İki çocuk, diğerlerinin şaşkın bakışları altında düşmanca birbirlerini yumrukladı, tekmeledi, sarstı. Toz bulutu içinde, her ikisinin de burnundan akan kan ağzına girerken Emin, içinde büyüttüğü simsiyah nefreti Ahmet'in kulağına kustu “Çocukların sana neden "orospu çocuğu" dediklerini biliyorum.”

 

Bir saat kadar sonra, bir çift küçük çıplak ayak, koşarak komşu teyzeden yardım diledi. Önce ambulans, hemen ardından da polis arabası mahallede belirdi. Ahmet, kolundan tutan memurun gözündeki yaştan habersiz, annesinin sedyeden sarkan soluk elini ve atlas geceliğini acıyla seyretti. 

Böylesine bir trajedi, nasıl bu kadar sessizce sahnelendi, Tanrı bile buna hayret etti.

 

Geçen yirmi beş yıl içinde okula devam etmeyen Emin, çocukluğunun geçtiği mahallede baba mesleği olan berberliği devam ettirip onun küçük dükkanını ayakta tutmaya çalışıyordu. Her sabah olduğu gibi o gün de kepenkleri açtı, dükkanın önünü yıkadı, çiçekleri suladı ve bir küçük masa ile iki tabureyi camekânın tam önüne, yıllardır aynı yerde durmaktan kaldırımda iz yaptıkları karoların üzerine yerleştirdi. Kasap Cavit'in oğluyla şakalaştı, bakkal çırağının bıraktığı gazeteye, çayı demlerken göz ucuyla baktı ve üçüncü sayfanın sol alt köşesinde çıkan küçücük bir haberi gözden kaçırdı.

 

Sakin bir gündü ve mesaisini tıraş etmekten çok, komşu esnafla çene çalarak geçiren Emin, Manav Behçet ile oynadığı tavlayı kazanmanın keyfiyle gerinirken karşısında duran Ahmet'i gördü. Emin dondu, tüm mahalle için sanki zaman durdu. Sokakta hareket eden tek şey, o an çıkan ve pis pis esen bir yel oldu. Rüzgar, mahalle içinde deli deli dolanıyor, çer çöpü bir yandan öte yana savuruyor ve dedikoducu kadınlar gibi, mahallenin her deliğine girip Ahmet'in geri döndüğünü söylüyordu. Herkes nefesini tuttu, Ahmet'in ne yapacağını ya da Emin'in ne diyeceğini bekledi. Sabitlenen o an, tüm mahallelinin yirmi beş yıllık korkusunu, tek bir nefese sığdırdı, sessizliğe gömdü.

 

Ahmet, onca insanın korkularını şaşkınlığa döndürecek bir hamle yapıp “Bi' el de biz oynayalım mı?” dedi eski arkadaşına. Beklemediği bu teklifin üzerine, eklemlerindeki buz çözülen Emin, ürkek ama az da olsa rahatlamış bir tavırla “Gel dostum ya, oynayalım tabi. Nasıl da özlemişim, arkadaşım, Ahmet'im benim.” diyerek şaşkınlıkla onları izleyen Behçet'i kolundan çektiği gibi, eski dostuna masada yer açtı. O güne kadar yaşanan en sessiz, ama kesinlikle en heyecan dolu tavla oyunu oynandı. Ahmet tüm hünerlerine rağmen yenildi Emin'e. Emin ise, ilk kez kazandığına sevinemedi. Tavlayı sertçe kapatan Ahmet, elini uzattı ve iki eski dost sıkıca tokalaştı. Barıştıklarını düşünse de Emin, yüreğindeki ağırlığı atamamıştı. Ahmet, ayağa kalkıp “Şimdi de beni bir tıraş et bakalım.” dedi.

 

Mahalleli, iki eski dostun ne konuşacaklarına dair meraktan kırılsa da, kimse onlarla birlikte dükkana girme cesaretini gösteremedi. Hatta miskin çırak bile öğle uykusundan uyanıp soluğu sokağın karşısında aldı. Emin, Ahmet'in boynuna beyaz bir önlük bağladı ve fırçayı sabunlayıp yanaklarını köpürtmeye başladı. Ürkerek sorduğu her soruya kesin, net ve kısa cevaplar alıyordu Ahmet'ten:

— Çok zayıfsın Ahmet. Çok mu kötüydü hapishane şartları?

— Kötüydü Emin. Çok kötüydü.

 Ustura, bir kuş gibi dolandı Ahmet'in yanağında.

 — Yıllar yılı çok düşündüm. Tüm bunlar eninde sonunda olacak mıydı, yoksa sana bir özür borcum var mıydı diye?

— Belki de Emin, belki de...

 Ve ustura Ahmet'in diğer yanağından kaydı.

— Kardeşine ne oldu Ahmet? Ondan hiç haber alamadık.

— Orospu oldu Emin, bildiğin orospu oldu, dedi ve Emin'in elini tutarak, ustura ile kendi boğazını kesti. 


Diablo'un Günlüğü, 2018.