Nereye çevirse başını, ruhu çekilmiş ve rengi solmuş varlıklar görüyordu. Evinde ve yatağında sıcağı bulamadığına göre artık soğukluk ve soluklukla tanışmayı erteleyemeyeceğini anladı. Tanışmanın verdiği bir acı olacaktı elbette ama alışmak silerdi zamanla bir kısmını. Köprüde bu şehre bakış tanışmanın ilk adımıydı. Ya alışmak ya da soğuk nehre sarılmaktan başka bir yol yoktu. Ah, yürüyen insanlar neşeyle nasıl yapıyorlardı bu işi? Nasıl buluyorlardı güneşi sımsıcak? Ben onlardan biri olamadım dedi. Onların bulduğu cevapları bulamadım, hangi şehre gidersem gideyim… Gerçekten ince bir çizgi vardı varoluşun ve düşünmenin arasında. O çizgiyi haddinden fazla aşan üşüyordu. Çoktan aşmıştı zaten. Nasıl mı? Tüm bildiği hayatları izleyerek… İlk kez bağlantısızlığı gördüğü yer doğduğu evdi elbette. Bağlantı vardı ama evdeki insanlar onu görmemek için mil çekmişlerdi gönül gözlerine, geri dönüşü yoktu. Kavrulmuş iki kalbin birbirini ısıttığı görülmemişti. Bir öğretmendi babası, herkese yalnızca akıl nakli yapmaya çalışan ve öğretmekten çok öğrenmeyenleri yaralayan biriydi. Kalkıp yeni güne somurturdu bakışlarını her sabah. Baktığı her çocuğun gözlerindeki ışığı silen bir karanlığı vardı. Böyle biri en azından çocuk sahibi olmamalıydı. Annesi de karanlıkta bir sığınak bulduğunu sanırdı. Aydınlığı bilmeyen karanlığın konforunu kucaklardı zaten.  Huzursuz ışığı gören ama aydınlanamayan bir kadındı. Onun da vardı soğuk bakışları. O yüzden ısınamadı o eve doğan. Burçak ısınamayan o evin bir güneşi olacağını hayal ederdi hep. O evde bulamazsa kendi evinde olacaktı büyüyünce. Kayan her yıldız ve parlayan her dolunayda aynı dileği dilerdi. Neyse ki içini ısıtacak şarkılar vardı. İyi ki şarkılar vardı. Büyüdü 22 yaşına geldi. O güneşin eve uğramayacağını biliyordu artık. Her güne tartışarak başlıyordu gökyüzüyle. O güneşi neden onlardan esirgiyordu? Bu üşütme hiçbir yaz geçmeyecek miydi? Kabullenmek ve yürümekten başka yol olmayan dünyasını yazarak geçiştiriyordu. Okulunu bitirmişti şimdi de gazetecilik için bir eğitime katılmıştı. Sayın, Burçak Akyıldız içeri girin dedi, görevli. Birkaç eğitmen onlarca soru olan bir kutu… Soruları hep kendi aklı sorsa da bugün cevapları bulmalıydı o akıl bugün. Neden gazeteci olmak istiyorsun Burçak, dedi; gözlüklü, alımlı kadın eğitmen, tahmini olarak 30’lu yaşlarının sonundaydı. Burçak yarım bir gülüşle, soru sormayı seviyorum dedi. Dünyaya ve içindekilere… Kaleme alıyorum bulduğum cevapları ve onları hissediyorum her kelimesinde. Cevaplar birer his dokunduruyor kalbime ve ben bunu seviyorum dedi. Eğitmen kadının gözleri parlamıştı. Aslında birkaç soru daha sormak istedi ama cevabın tadı silinmesin diye kalan soruları diğer eğitmenlere bıraktı eliyle işaret edip gülümseyerek. Şimdi sorma sırası tombul yanaklı kır saçlı eğitmendeydi, kalın ve bakışlarına ciddiyet veren kaşlara sahipti. Bir kavgada kim kaybeder, diye sordu. Ucu çok açık bu soruya biraz düşünerek cevap vermeliydi ama sabrı yoktu pek Burçak’ın. Sonunda pişman olan dedi. Neden sorusuna da, pişman olanın yükü bitmez, kavgası bitenin bir iç çekişi kalmaz oysa diye cevap verdi. Eğitmen dudaklarını içe kıvırdı ve şaşkınca Burçak’ın yüzünü inceledi. Bir soru daha sorup ön görüşmeyi bitireceklerdi, süre dolmak üzereydi. Kıvırcık gür saçlı çekik gözlü diğer kadın eğitmen baktı yüzüne Burçak’ın. İçeriğini bilmediğimiz bir olayda ağlayan kişi mi yoksa yaralı kişi mi daha çok suçlu olma ihtimali taşır, dedi. Çok kolay bir cevabı yoktu. Burçak biraz hiperaktif zihin yapısıyla birer birer olay örgüsü kurdu aklında. İlk bakışta suçlu ağlayan kişi gibi düşünülebilir ancak ağlayan kişi bir yaralı gördüğü için ağlıyor olabilir ve yaralı kişi öncesinde bir suça karıştığı için bu yarayı kazayla almış olabilir dedi. Farklı ama bir o kadar da basit bir bakış açısıydı bu cevap, soran eğitmene göre. Ama düşünme şekli hoşuna gitmişti, yarı onaylayıcı yarı dudak büken bir ifadeyle bir not aldı ve çıkabilirsin Burçak teşekkür ederiz, dedi. İki hafta içinde eğitime katılmaya hak kazanan adaylar açıklanacaktı. Biraz duyguları kabarmış bir şekilde çıktı odadan Burçak. Koridor boyunca hızla attı adımlarını. Gri gökyüzü işte hala tepemdesin, genişsin ama aklım genişliğinde değil karanlığında kayboluyor dedi içinden. Metro istasyonundan eve giden yol boyunca uyudu. Odasına varınca yatağına uzandı hemen. Annesi yemek yemeyecek misin bugün de, dedi. Biraz dinlendikten sonra yerim anne cevabını verdi.. Fazla varoluş sorusu fazla varlığın eksilmesine sebep oluyordu. Az yiyerek dünyadaki varlığını madden azaltıyor ve üşütücü güzden kurtuluyor gibi geliyordu. Manevi artışa nasıl çözüm bulacaktı? Onu doyurup büyüten neydi? Günler sonra posta ulaşmıştı. Eğitime katılmaya hak kazanan Burçak Akyıldız için gerekli belgeleri belirten bir iletiydi. Burçağı şaşırtmayan, gülümseten bir iletiydi. En azından sorularını dünyaya apaçık soracağı bir hayatın ilk aşamasıydı. Eğitimi tamamlayınca bir boşluğa düşeceğini düşünüyordu. 1 ay hayatında neyi dönüştürürdü ki zaten?  Dolunaya sordu, dönüşecek mi? Sorularla, yazılarla, araştırmalarla dolu 2 yılın sonunda bir gazetenin ofisinde araştırmacı gazeteci kimliğiyle işe başlamıştı. Annesi onunla gurur duydu. Babası ise 2 yılı gecikme görüp neleri kaybettiğini hatırlatmayı seçti. Şaşılacak bir şey değildi bu yaptığı tabi. Günlerin birbirine benzediği ayların sadece yılların sonuna ulaşmaya çalıştığı vakitlerin içinde kaldı her zamanki gibi. Tek oluşunu içsel bir yolculukta azalan varoluşuyla taçlandıran Burçak, geçip giden günlere zaten sırtı dönük geleceği ise bir an önce bitmesi gereken sızı olarak görüyordu. Manen teklik birçok kayboluşu ve yeniden bulunuşu sahiplendirmişti ona. Gazetecilik de soruları dünyayla paylaşmak da bunu değiştirmeyip aksine arttırdı. Yine o köprüye döndü. O soğuk nehre baktı. Nehir sızılarını sarılınca ondan silecekti. Gözlerini kapadı. Soğuk sularda sarmaladı her yerini. Sızıları geçmedi, ama soruları geçti. Çıktı sudan. Üşüyerek döndü yatağına. Uykulara bıraktı sızılarını.