Bir rüya gördüm dostlarım. Bu rüya diğerlerinden farksız gözüküyordu. Rüyalarımı uyandıktan 5-6 saat sonra tamamen unutmama rağmen bu rüya sanki bir anıymışçasına zihnimde durmaya devam ediyordu. Anlam veremedim. Açıkçası üzerinde durmadım. Fakat bir şey beni bu rüyanın mesajı hakkında durmadan huzursuz ediyor gibiydi. Hislerim bir ergenin buhranları gibi beni ters yüz edip durdu. Kendimi meşgul ederek bu duygulardan uzaklaşmayı denedim fakat öyle bir tesiri vardı ki dönüp dolaşıp her şey yine o rüya ile bir araya geliyordu. Rüyaların bilinçaltının bilince gönderdiği işaretler olduğunu okumuştum bir yerde. Galiba haklıydı. Bilinçaltımdan gelen bir işaretti, biliyordum, çünkü bir parçamın o rüyanın dokusuna nakşedilmiş olduğunu hissediyordum. Bir düşünce bana her şeyi kağıda döküp kendimden uzaklaştırmamı söyledi ve yazmaya başladım. Bunları yazarken bile bir şeyler bana o rüyayı çağrıştırmaya devam ediyor. Sanırım delirmek üzereyim.
En doğrusu rüyamı olduğu gibi yazmak. Bunun beni rahatlatmasını ümit ediyorum, işe yaramazsa başka ne yapabilirim bilmiyorum. Bir zehir gibi zihnimin ücra odalarını kirletip beni esir aldığını duyumsuyorum. Daha fazla yayılmasına izin vermemeliyim. Daha fazla uzatmadan bu işe derhal son vermek için rüyamı yazmalıyım.
Bir evin içerisindeyim. Evin duvarları kan ile boyalı vaziyette. Tavana baktığım zaman kafataslarından yapılmış avizeyi görüyorum. Ortasında bir mum yanıyor. Mumun eriyen kısımları kafataslarından birinin hemen üzerine düşerek sıvı-katı arası bir katman oluşturmuş.
Dışarıdan bir ses geliyor, sanki bir kedinin ağzını tıkamışlar ve işkence ediyorlar, hiçbir acıma duygusu hissetmiyorum ve bunu sorgulamıyorum. Kedinin - ya da her ne ise onun - vücudunu görmek için pencereye yaklaşıyorum, gökyüzü o kadar bulutlu ki sanki gri bir tül ile bütün atmosferi kaplamışlar gibi. Aşağıya baktığımda ise uzaktaki bir kulübenin önünde bir varlık görüyorum, simsiyah. Sesin ondan geldiğini içsel bir şekilde biliyorum. Sesinde acı çektiğine dair belirtiler var fakat görüntüsü sadece uyuyormuş gibi gözüküyor. Bu durum beni meraklandırıyor ve yanına gidip bakmak üzere dışarı çıkıp kulübeye doğru ilerlemeye başlıyorum.
Giderken, yolun kenarında oturmuş bir adam görüyorum ve gördüğüm o şeyi soruyorum. Adam bana "Kurcalanmaktan hoşlanmaz. Yanına gitmek yerine uzağa gitmelisin. Bu hepimiz için en doğrusu olacak" diyor. Ben adama kulak asmayıp yola devam ediyorum.
Bir ağaç görüyorum, gölgesinde bir aslan uzanmakta. Karın bölgesine saplanmış bir ok var, her taraf kanıyla kaplanmış. Aslan sanki bir şeyler düşünüyor gibi ağacı seyre dalmış. Sonrasında benim bastığım bir dal parçasının çıtırtısını duyup benim olduğum tarafa bakıyor ve beni görünce bir anda üzerindeki ok alev alıp yanmaya başlıyor. Aslan sanki bu çok olağan bir şeymiş gibi hiç umursamıyor ve bana bakmaya devam ediyor. Bir süre bakıştıktan sonra konuşmaya başlıyor ve konuştukça sanki vücudumdan ayrılıp özgürleşiyorum hissine kapılıyorum.
— Senin ellerin soğuk. Bu soğukluk hepimizi ateşin düştüğü yangınları düşünmeye zorladı. Kanın bir Alaska rüzgarı gibi gelip geçti üzerimizden. Ne yapacağımıza karar verene kadar mağaramıza koyduk. Birileri gelip almış olmalı.
— Neden bu kadar çok kanın var?
— Bu kan değil. Süzülen şey damarlarımdan gelmiyor. İçgüdülerimin birikip yoğunlaşarak oluşturduğu sıvı bu. Sen bunu elde etmek istedin ama başaramadın. Sıvının yalnızca oluştuğu kişiye ait olduğunu bilmekten geri kaldın.
— Bana içgüdülerimin sıvısı gerekti. Nasıl elde edeceğimi söyler misin?
— Benim yaptığımı yaparak.
— Ne yaptın?
— Onlara karşı gelmeye çalıştım. Uzun süre direndim. En sonunda direnemeyip kendilerini benim vücudumdan atmak için sıvılaştılar.
— Nasıl karşı gelebilirim?
— Gelemezsin. Çünkü senin içgüdün seni oluşturan temel şey. Kendine karşı gelmeye çalışırsan kendini imha etmiş olursun.
— Sıvılaşır mıyım?
— Daha kötüsü. Katılaşırsın. Katılaştıkça her bir hücrenin arasına nüfuz ederek kendini kafatasının içine hapsetmiş olursun.
— Ben... Ne yapmalıyım?
— Yoluna devam et, beni acılarımdan uzaklaştır.
Böylece aslanı geride bırakıp o meçhul varlığa doğru ilerlemeye devam ediyorum. Uzun, taşlı bir yola varıyorum. Her taşın arasından bir yılan başı çıkmış. Beni sokmasınlar diye onlarla konuşmaya çalışıyorum.
— Yol verecek misiniz?
— Uykumuzdan uyandırılmaktan hoşlanmayız.
— Yol verecek misiniz?
— Bizim sana verecek bir yolumuz yoktur. Ancak kendine ait olan yoldan gidebilirsin.
— Yolum neresi?
— Yolun, seni yoluna getirecektir. Daha fazla rahatsız etme biz uyku mahmurlarını.
— Ama yolum... Yolum yok. Bana yardım etmelisiniz. Kendi yolumu bulmak için yardım...
— Bizim yolumuzda, seni yoluna koymak yoktur. Bizim yolumuz uykunun tatlı esintilerinden geçer. Sen uykunun kabul edeceği divane değilsin.
— Yolum... Yolum nerede?
— İçinde kendine ait hissettiğin her yer yolumuzdur. Bizler yolumuzu böyle buluruz.
— Bu yol. Bu yol benim yolum.
Böylece yılanların arasından geçerek devam ediyorum ve beni sokmak şöyle dursun, anında uykunun tatlı kucağına atılıyorlar.
Kulübeye bozuk yollardan geçerek ulaşıyorum. O siyah şey hâlâ aynı uğultuyu çıkarıyor. Sanki kapkara bir yumak gibi görünüyor. Yaklaşıyorum. Uğultu şekil değiştirmeye başlıyor. Tanıdık birinin ses tınısı gibi bir şey bu. Yaklaşmaya devam ettikçe ses berraklaşıyor. İyice yaklaştığımda anlıyorum ki bu ses, benim sesim.
O siyah şeye dokunmak için ellerimi uzatıyorum. Dokunduğum anda tüm vücudum o siyah yumak halini alıyor ve etrafım karanlığa bürünüyor. Sonrasında kendimi hiçbir ışığın var olamadığı bir âlemin içinde buluyorum. O ses, sesim, giderek yükseliyor:
— Ben...
— Ben... Neyim...
— Ben... Bu... Olamam...
O anda içimi bir korku sarıyor. Ve uyanıyorum.
Uyandığımda rüyanın hâlâ etkisindeyim. Kendimi bundan kurtarmak için başka şeylerle ilgilenmeye çalışıyorum. Hiçbir şey işe yaramıyor ve daha fazla huzursuz hissediyorum. Sonra garip bir düşünce bana yazmam gerektiğini söylüyor. Rüyamı yazmaya başlıyorum. Rüyamı yazıp bitirdikten sonra kağıdın üzerinde hâlâ yarı sıvı vaziyette olan siyah mürekkebin kokusunu alıyorum. Bir bulantı hissi beni ele geçiriyor.
Sonrasında... Uyanıyorum.