- Hem akşam uyuyamazsın, kalk da yemeğini ye!

- Hı? Saat kaç? 

- Dokuz oldu.

  Saat dokuzdan da çıkmak üzereydi, söylemedim bunu ona. Bedenini az yana kaydırsa duvarda asılı saatten anlayacaktı bunu. Gerçi pek çözemiyordu küçük olan mı akrepti yoksa uzunca olan mı? Saat dokuza bile gelmemiş olabilir, yerinden ikide bir kalkıp şimdi saat kaçta deyip ayarlarıyla oynuyor böylece zamana hakim olabileceği fikrindeydi. Koluma bakıyor, oturduğum yerden komutlarımla saati epey hırpalanmaktan kurtarıyordum. Saatin bize zaman borcu olduğunu sanıyorum.

- Geç kaldım.

- Nereye?

- İşe geç kaldım. Evet evet geç kaldım... Kalayım. Bugün dinlenirim. 

- Akşam dokuz!

  Yüzüme baktı.

- Akşam dokuzmuş daha, niçin acele ediyorsun? 

  Başka biriyle konuşuyor gibi duvara bakıp söylüyordu bunu. Sonra gözüne yorganı kestirdi. Üzerindeki kabartma motiflerde gezdirdi ellini, dokundu birine sonra birine. 

- Bak hele sen de mi buradaydın?

  Nasıl? Demin konuşmamıştık da şimdi yeni mi gelmiştim? Kanaat getirdim, demin zaten gelmiştim.

- Gitmedim ki.

- Niye?

  Nasıl niye? Sarhoş muydu, afalladı mı? Uykudan mı kalktı ne? Rüya görmüş müydü? Hangi rüyalardan görmüştü acaba? Unutmuştur belki. Ya hu biz kumanda mıydık kaybolduk da bulamadı demin? Bakmamış mıydı bu yana? asıl Fark etmedi mi, karanlıkta kaldığım da yüzümü seçememiştir.

- Cumartesi bugün. 

- Öyle.

- Yarın pazar sonra pazartesi... İki tam onda bir.

  Matematiğine anlam veremedim.

- Ne iki, on tam?

  Düzeltmeye çalıştı.

- Tam, iki tam. Onda bir.

- Söylesene ney iki tam onda bir?

- Şey!..

- Ne?

- Unuttum. Sahi ne On tam iki yarım?

  Şimdi kendi yaptı aynı hatayı. Hemen düzeltmek için atıldım:

- İki tam onda bir!

  Sustu, unutmuştu belli. Şimdi anlamı da kalmamıştı bu çıkışın. 

- Hadi gidelim.

- Cumartesi değil miydi bugün, hani iş yoktu

- Yemeğe ya hu! Nen var senin?

- Hiç uykum var, seninki nerede?

  Alay ediyor diye düşündüm. Sahici gibi dikmişti gözlerini üzerime. Telaşlandım. Düşündüm, ayaklandım. Halı buz tutmuş sanki. Ürperdi içim, titreme geldi geçti. Cekete uzandım. Çorapsız ayaklarımı seyrediyordu, üşüdüğümü fark etti ki tepesinde duran yedek yorganı ikram etmek istedi, sonra çekindi. Daha çok sarıldı yorganına. Kendini yatağa gömdü. Bu arada karıştırdım ceketin ceplerini. Cebin dışarıdan daha soğuk olması şaşırttı, halbuki burası soğuk günlerde ellerimin sığınağıydı. Elimi çekince bir kağıt da elimle birlikte çıktı. 

- Burada.

  Uzattım kağıdı.

- İyi getirmişsin, uyuyacak mısın?

- Yemek?

- Hakikaten yemek nerede?

- İçerde.

  Bir kağıt daha buldum iç cepte, ararsam bir tane daha çıkar mıydı? Doğruldu, bu sefer kendi almak istedi. Uzattım:

- Yemek de burada.

  Aldı, yorganı çenesine dek çekti. Şimdi bir salyangozla, bedensiz bir başla konuşuyordum gibi. İçimi çektim, bu sırada içeriye biri geldi:

- Uyanmayacak mısın, yemek hazır dedim.

- Yedim.

- Yedi.

- Ellenmemiş bile sofraya!

  Sofra sırrımızı mı vermişti? Üstelemedi. Arkadaşıma baktım, uyumuştu bile. Kalktım, içerisi daha soğuk. Her yer birbirinden daha çok üşüyordu bu evde.