Ben uyuyordum. Uyumayı da pek sevmem aslında, hep vakit kaybı olduğunu düşünmüşümdür. Ama uyuyordum işte, keşke uyumasaydım.  

Ben uyuyordum, insanlar kıyameti yaşadığında dünyada. Uyumuyor olsaydım da anlamazdım yaşananları, cahildim. Farkını bile bilmiyordum cennet ve cehennemin. Hayat hızla akan bir parti gibiydi adeta.   

Ben uyuyordum, gökdelenler çöktüğünde adeta kumdan kaleler gibi, şehrin üzerine. Uyanık olsaydım da ne yapacaktım? Gökdelenleri kendim mi tutacaktım? İnsanları teker teker mi kurtaracaktım?

Uyandım. Tek isteğim tuvalete gidip ondan sonra da uykuma devam etmekti. Ama uyandığım dünya apayrı bir yerdi. Acımasızdı bir kere, uyandığımda ceza olarak ailemi almıştı benden. Onlar da gökdelenlerle beraber karışmıştı şehrin silüetine. İnsanlar solumuştu onları. Belki ben bile solumuştum onları on yıllar sonra.  

Halamı gördüğümü hatırlıyorum, televizyonun başında duruyordu sadece. Tüm kanallarda aynı görüntü, aynı haber vardı. Hiç sormaya cesaretim olmadı ama bence o anda anlamıştı annemin ve babamın artık olmadığını. Yavaşça yanına sokulmuştum... o da bana sarılmıştı sadece. O an ben de anlamıştım bir şeylerin yanlış olduğunu.   

O zamana kadar yanlış nedir de bilmezdim. Başıma gelen en kötü şey okuldaki sınavlarda başarısız olmak ya da sevgilimden ayrılmaktı. Fakat bu his, nasıl anlatılır bilmiyorum. O zamanlar birkaç yıl içinde bu olayı unuturum diye düşünüyordum, kendimi ona inandırmak istiyordum. Ama üzerinden geçen neredeyse üç on yılın ardından hâlâ anlatamıyorum derdimi. Fakat etkisi hâlâ üzerimde, hâlâ geçmiyor.  

Halamın bana doğru dönüp “Ne anlama geliyor, biliyor musun?’’ diye soruşunu aklımdan çıkartamıyorum. Evet, biliyordum ne anlama geldiğini. Hayatı bir parti sanıyor olabilirdim ama bir salak değildim. Yanan gökdelenlerin canlı yayındaki görüntüsünü gördükçe içimde bir çığ büyüyordu ve yavaş yavaş dolduruyordu tüm zihnimi, kalbimi. Ağlamak istiyordum ama gözlerim sadece televizyon ekranına kitlenmiş bir şekilde duruyordu. Ve halam ile ben, yakınlarını kaybetmiş on binlerin sadece ikisi, hiçbir şey demeden izledik birkaç dakika. Televizyonun ışığı aydınlatıyordu yüzümüzü. Sonrası ise tam bir kaos. Hâlâ birçok detayı hatırlamıyorum. Hayattayken olabildiğince konuşmaktan kaçınıyordu halam bu konuyu. Kendisinde de derin yaralar bıraktığı aşikardı elbet ama sanırsam bu konu kendisiyle alakalı değildi. Benim acılarımı deşmekten korkuyordu. Oysa anlatsaydık birbirimize her şeyi belki... üstesinden gelirdik, bilemiyorum. Ama ara sıra mecburen bahsetmek zorunda kaldığımız anlar hariç hiç konuşmadık. Çok tatlı bir kadındı halam, hiç çocuğu olmamıştı. Bu olaylar yaşandığında 30’lu yaşlarındaydı. Beni kardeşi yerine koydu, beraber yaşayıp gittik... Ta ki geçenlerde ölünceye kadar.  

Uyumuyordum artık, dünyanın acımasız bir yer olduğunu öğrenmiştim. Acılarla başa çıkmanın daha kolay olduğunu düşünüyordum. Fakat öyle olmuyormuş. Her acı arkasında bambaşka yara izi bırakıyormuş. Her yara da ayrı kanıyormuş bazı geceleri.  

Ailemi kaybettiğimden beri hayatı çok sorguladım. İki genç aşık, çalıştıkları gökdeleni jilet gibi kesen bir uçağın sebep olduğu yıkım nedeniyle ölmüştü. İkisi de o gün uyandı, kahvaltı yaptık beraber. Ertesi gün için planlar yaptı ikisi de o günün son günleri olduğunu bilmeden. Demek ki hayat tam bir kaos ortamıydı. Nereye gittiğinin ve ne planları yaptığının bir önemi yoktu. Ne yaparsan yap rastgele ölebileceğin bir şans her daim vardı ve senin bunu önlemek için yapabileceğin hiçbir şey yoktu. 

Bunu anladığımda çok gençtim, daha tadamamıştım hayatın neşesini. Dönüp duruyordum kendi etrafımda bir şeyler yapmak için. Anladıktan sonra ise yapabileceğim pek bir şey yoktu. Ve tabii ki bir süre sonra yaşama devam ettim; güldüm, ağladım, sevindim, sevdim ve sevildim ama her an her şeyin bitebileceği ihtimali hiç aklımdan çıkmadı. 

Ben artık... uyuyamıyorum.

Ve işte tam bugün, her şeyin başlangıcının 30. yıl dönümünde, güneşin doğmasından birkaç saat önce bunları yazıyorum. İçime atıp dolduğum her şeyi döküyorum bu kağıda. Anıları ve artık anılarda kalanları yazıyorum. Gözlerim yaşarıyor her yazdığım kelimede. Yavaş yavaş dönüyor çark zihnimde ve şu soruyu soruyorum kendime:

Acaba bir daha uyanamayacak olanlar, bizi düşlüyor mudur dersiniz?