Uzak. Alabildiğine, olabildiğince. Koyduğun yerde bulamamış gibi. Koyduklarını da anlayamamışçasına. Hüznünde hazansızlığından daha fazlasını nasıl bulabilirsin ki? İyi hissetmek seni sen yapmalıyken acına tutunmak? Geç kalmış bir his. Anlam verememek.. Sonbahar gibi hissederken, kitap okumak, kitap koklamak gibi. Ve sair onca duyumla ve bilhassa tensellikle bağdaşmışçasına. Nasıl uzak gelebilir? Salt gerçekliğinden alabileceğin en fazla verimle yola devam etmelisin. Ama işte ferman da dinlemese, kulak kesilmediğin duygular kendini hatırlatmayı biliyor. Karmaşıklığında oturuyor taşlar yerine. Bir ihtiyaç gibi susuyorsun açlığına. Saatlerce susuyorsun. Konuşmak sesten ibaret değil anlıyorsun. İstediğini, istemediğini anlamlandıramıyorsun ve işte. İşte hepsi bu. Uzak sadece. Elini uzatsan tutabilir misin? Sana soruyorum, senden başkası duyuyor. Sense susmuş bakıyorsun. Suskunluğun içini döküyor, içini görüyorum. İşte artık o kadar da uzak değil anlayabiliyorum. Ben yazıyorum ve sadece ben anlıyorum. Neyin uzaklaştığını ve nerede yakınlaştığını. Bazen sadece ben demekle anlamlanıyorum. Bazen mi, güldürme diyebiliyorum. Karmaşık ve çelişik birçok şey. O kadar hızlı ki yetişmeye çabalamak bile yarı yarıya vakit alıyor. Hatırımdan bi an dökülüyor. O günün güzelliği. Kitapla, karla ve Ankara'yla. Kulağımda hafif bir şeyler. O gün ne yazardım ve ne denli yakın hissederdim. Her şey mesafe ve yani uzak ile bağdaşıyor. Onun etrafında şekilleniyor. Dahiliyetin en yüksek noktası. Uzaklık demek de değil. Ve işte bu kadar. Bugünlük en azından. En yakınından.