İlk hatırladığım, babamın sesini duyduğumda sekiz yaşımdaydım. Sarhoş olmuş, ağlamaklı bir sesle; "Kızım ben sizi çok seviyorum." diyen bir adam. Babamla tanışmam burada başladı desem yalan olmaz. Çünkü en son onu üç, dört yaşlarında görmüşüm ve hatırlayamıyorum. Ben babamın suratını fotoğraflarda tanıdım, benimsedim. Babamla ilgili en çok şu hayali gerçekleştirmek isterdim; babamın beni omuzlarına alıp, okula götürmesini... Çıkış zili çaldığında kapıda beni bekleyen babama doğru koşmak çok istedim. Ne kadar hayal olduğunu bilsem de gözüm hep kapıdaydı, hayalini kurardım, ben babamı görmüş şaşkın bir suratla, koşarak sarılmışım, ağlıyoruz. Kendimi ona güvenle bırakabilmeyi çok istedim. Sanki ona bir sarılsaydım, dünyada daha bana hiçbir şey olmaz gibi geliyordu. Oysa bunlar gerçekleşemeyecek kadar güzel hayaller. Babamı hiç tanıyamamamı da bir şansa çevirirsek, istediğim güzellikte hayal edebiliyordum. O hayallerimi bozamayacak kadar uzakta yaşayan biri. Hayatımda hiçbir zaman babam yok deyip birilerine sığınmadım, aksine kendimi daha güçlü hissettim. Benim babam yok deyip ağlamadım hiç. Hatta bu kurduğum hayaller o kadar sınırlı ki ben bir babayla ne yapılır onu bile bilmiyorum. Bazen diyorum ya senin baban yok farkında mısın? Kendime ufak hatırlatmalar yapsam da hayatım babasızlığa alışmış olacak ki, hiç eksikliğini hissetmedim. Çünkü hayatımda var olmayan birinin eksikliği nasıl hissedilir ki? Tanımıyorsun, ses tonu nasıl? Kokusu, kucağı, sıcaklığı, bunları bilmezken bir insanın eksikliği de hissedilmez.