“Seni hergele,” diyordu bir ses. Ses gittikçe bulanık olmaktan çıkıp bir kimlik kazanıp suratıma tokat gibi inmişti. “Bunu bana nasıl yaparsın!”


Ne yaptığımı bilmiyordum ama gözlerim dolmuştu hazırda. Bir evin içindeydik. O ve ben. O gideli çok olmuştu, o terk etti beni, bir asır geçmemiş miydi? Bu ev, tüm mobilyalarda sinen hatıraların keskinliği acı vermişti. Ucuz tablolar, saatler, lacivert koltuk takımı... Gözlerim ellerime kaydı. Yapışkan bir şey hissettim.


Kocaman bir utanç bedenimi sarmıştı. Çıplaktım. Kılı vücudumun aşağısında ereksiyon olmuş kamışımla, ne oluyor lan, bakışı atıyorduk birbirimize.


“Kaç defa seni 31 çekerken yakalayacağım adi şerefsiz.” âşık olduğum kadın, sarı saçlarını omuzlarında dalgalandırarak utancımla bıraktı beni. Ben neredeydim. Bunlar yaşanmış bir anı mı yoksa sadece bir rüya mı çözemiyordum. Kafam fena çatlayıp ağrıyordu. Ve ben 31 çekmiştim. Vay anasını.


Sanki, tüm zamanların içinde bir gezginmişim gibi bir hisle etrafa bakarken şekiller değişti, büküldü, bazıları kare bazıları üçgene büründü; duvarda asılı olan tablo erimiş bir yağ gibi sarıya çalıp zemine aktı, zemin parçalanıp siyaha büründü ve bir hisle hız aldım. Etrafımda ışığın saçtığı parlak renklerin dansı başımı döndürmüştü. Aklımda soru soracak bir şeylerin imgesi hayalet olup ruhumu terk etmişti.


Kocaman bir şaşkınlık ve ne oluyor lan bakışımla süzülüyordum. Zaman mıydı bu? Akan. Öylece zalimce geçip giderken sadece gördüklerimin bir hayali sıfatı...


“Sana kaç kez dedim o ağaca çıkma diye,” dedi annem. Kızgındı. Elleri belinde olunca kaçmak isteyeceğiniz bir görüntüsü vardı.


“Ne yapim, kayısılar çürüyüp düşüyordu, canım çekti.”


“Senin yüzünden yine halanlarla dövüşmek zorunda kaldım.” Burnundan ateş püskürüyordu annem. “O orosbunun saçları hala ellerimde.”


Bir hatıra, kafamın içinde dumanlı. Kayısıları almak için aile apartmanının bahçesinde ağaca tırmandığımı hatırlıyorum. Karnım ağrıyana kadar yemiştim tüm kayısıları, halam taş atmıştı ağaçtan inmem için. Ağacı sulayan onlarmış. Bizim almamıza hakkımız yokmuş kayısılardan. Anneme bu sözleri söylediği an tokattı yemişti. Fena gülmüştüm halama; aptal suratı kocaman bir şok silsilesi yaşamış, deprem olmuş bir şehrin görüntüsü gibi dalgalanmıştı. Baya komikti.


Saçlarını tutup yere düşürdüğü halımın ağzına, yerdeki kayısılardan, çürük olanından alıp sokmuştu. “Al ye hepsini orosbu,” dediğinde biraz korkmaya başlamıştım.


“Seni şımarık velet, şimdi yatağında istediğin kadar ağlaya bilirsin.” bu ses babamındı.

Gece çökmüşken vücudumda dolu morluklarla yatıyordum. Yarın okula gittiğimde arkadaşlarıma fena bir kavganın sonucu bu morluklar diyerek yalan mı uydurmalıydım. Havalı gösterirdi beni. Öyle yapacaktım.


Kafam ağrıyordu. Aile evin kokusu kocaman bir metalin sert kokusuna sıçradı.


“Hey, tut şunu aptal,” Ali sinirliydi, biraz da gergin. Elinde uzun bir demir vardı. Tutmamı söylüyordu. Benim ise kafam ağrıyordu.


Tuttum.


“Olum bu rahat 15 kilo var anasını satim,” dedi Ali.


“He, baya paraları kıracağız.”


“Sikerler, ben bir dondurma ve cips alıcam. Bir de kola çekirdek yaparız.”


“Lan ne kolası olum, internete gidek, ödetmeli oynarız, tosta yeriz. Açım lan!” bu ses benim miydi? Ne kadar da farklı hissetmişti söylerken.


Hurdacı, alışmıştı bize. Kocaman terk edilmiş fabrikanın paslı demirlerini bu ihtiyara satardık. Hafta da üç gün aynı yerde bekleyip alırdı demirlerimizi. Çalıntı olduğunu sormaz bizde tek kelime etmezdik. Eskimiş tartısıyla tartar demirleri, elimize bozuk paraları sayıp yoluna giderdi. Kocaman sevinçlerimizle paraları ezmeye koşardık.


Koşarken yine zaman da kırılmalar yaşandı; düz ve çatlak yol yamulup dalgalandı, güneşin olduğu yerde kocaman bir sessizlik vardı artık.


Kulağıma ağustos böceklerin şarkıları dinlendiriliyordu.


“Baksana, beni hiç sevdiğini söylemedin,”


“Seni seviyorum Leyla. Ama bu çocuksu şeyleri söylemeyi sevmiyorum,” ağzımda bir ot parçasıyla kocaman kırda uzanmış gökyüzünü izliyordum. Yanımda ilk sevgilim vardı. Bacaklarını bedenine yapıştırmış bana bakıyordu. Ela gözlüydü. Siyah saçlı, dalgın bakışları vardı hep. Benden daha üstün bir ruhu olduğuna inanmışımdır her zaman. Sanki zamanını çalan bir hırsız gibiydim. Öyle hissediyordum.


“Dün bir rüya gördüm,” dedi Leyla. “Kocaman bir karanlık, yıldızlar ve ölen gezegenler gördüm, her yere sıçrayan gazların parlak danslarına şahit oldum. Her şey çok güzel gibiydi ama sonra tüm ışığın karanlıkta solup yok olduğunu, kocaman bir sessizliğin uğultusunu işittim. Sonra uyandım.”


“Ah be Leyla. Nereden esiyor böyle şeyler söylemek, bir türlü anlamıyorum.” ağustos böceklerinin cızırtılarının içerisinde kendimi Leyla’nın gölgesi gibi hissediyordum. Kocaman büyük sözleri olan, farklı düşüncelerde biricik olmayı bilen birisi. Ben neydim. Kocaman bir herkes.


“Baksana, yarın Ali sigara ve bira getirecekmiş. Göl kenarına gider içeriz. Ali’nin sevgilisi de gelecekmiş hem.”


“O kızı hiç sevmiyorum.”


“Kimi, Ali’nin sevgilisini mi?”


“Evet.”


Doğrulmuştum. Yalan söylemeyeceğim Ali’nin sevgilisi taş gibi bir hatundu. Bu semte ki tüm erkeklerin hayali, herkesin en az hayaliyle asıldı bir kadındı o. benim bile. Ama tuhaf bir yapmacıklık da yok değildi. Leyla’yı anlıyordum.


“Siktir et onu,” dedim ve ellerimi leylanın ince beline doğru uzattım. Teninde öyle bir his vardı ki sanki bulutlara dokunmaya çalışıyor gibi hissetmiştim. O ise beni itip ayağa kalktı.


“Bu seferki yazda büyük bir hüzün esiyor gibi,” dedi.


“Ne?”


“Senden ayrılıyorum, görüşürüz,” dedi. Bacaklarının üstünde rüzgarla dans eden eteğini toplayıp benden uzağa doğru yol aldı.


Şaşkın ve ne diyeceğini bilemeyen benim üstümden kocaman bir gölge geçti. Bu bir buluttu. Evlerden uzak, böceklerin cirit attığı kırda tek başına tüm yamaçların düz olmasını izledim. Gerilmiş bir yay gibi, sarsıldı ve düzeldi. Sonra çatırdayıp kitap kokularının olduğu bir rüzgâra bıraktı kendini.

“Kanka, sıçtık olum!” dedi Emre. Elleri kafasındaki tek tük saçlarını çekiştiriyordu.


Alnında terler vardı. “Bu hocanın hiç merhameti yok”


“Sesini kıs aptal! Kütüphanedeyiz.” onu uyarmak fena sinirimi bozmuştu. İçimden düşüncesiz gerzek dediğimde, bir an zamanda kayboldum. Ben ne zaman düşünceli birisi olmuştum ki. Hep umursamazca yaşamıştım yaşadıklarımı. Pervasızdım. Şimdi düşünceli bir üniversite öğrencisiyim öyle mi?


Neyi saklıyordum kendimde. Ne gizleniyordu ruhumda.


“Daha üç günümüz var. Olmadı bütlere girersin.”

“Tabi senin için söylemesi kolay. Her boku biliyor ve deli gibi azimlisin.”


Bu kim hakkında böyle konuşuyordu. Gözleri bana bakıyordu. Sözler üstüme geliyordu ama ben azimli birisi miyim? Çalışkan, sorumluluk sahibi ve dersleri iyi olan örnek bir öğrenci. Kocaman bir şaka olmalıydı. Bunları düşünmek bile istemsizce hile yapan bir kopyacı gibi olduğumu düşündürüyordu. Annemi sonunda gururlandırmış mıydım?


Sınavlar açıklandığında dersi geçen tek kişi olduğumu söyledi hoca. Sınıftaki tüm gözler üstümdeydi. Hocanın iltifatlarının arasına gizlenmiş nefret tohumları gölgemin saklanmasına izin vermiyordu. Kaçamıyordum. Pervasızca gerdiğim omuzlarım çökmüştü. Biraz sakalım çıkmış. Bakışlarımda parlayan hayatın ışığı biraz daha solmuştu.

Bana olan buy muydu? Herkese biraz daha mı yaklaşmak. Biraz daha mı hayatı kabul edip içinde bir kuklaya dönüşmek.


Takım elbisem üstümde yeni iken. Karımın beni terk edip çocuklarımı alıp uzaklara, benden uzaklara göç ettiğinde, telefon çaldı. 31 çekmek üzereydim oysa. Açtım.


“Sizinle görüşmemiz lazım,” telefonun ucundaki sesin, hayır kelimesini kabul etmeyecek bir otoritesi vardı.


“Siz kimsiniz,” aklıma gelen il şey buydu. İkincisi memeler.


“Şu anda bunun bir önemi yok. Sizi buluşma için bilgilendirecekler. Görüşmek üzere.”


Kocaman kalabalık bir yer. Işıklar pahalı, güzel değil pahalıydı. Kırmızı ve morun loş havası, tüm masaların üstünde insanların omuzlarına düşmüştü. Çirkin olanları bile yakışıklı ve önemli hissettirecek bir aydınlıktı restorandaki.


“Size ihtiyacımız var. Dünyanın ihtiyacı var.”


“Neden ben.”


“Basit bir cevabı var. Çünkü dünyadaki en iyi matematikçilerden birisiniz.”


Ben matematik profesörüydüm. Prestijli bir üniversitenin öğretim üyesi. Gerçek miydi bu? Bir an şaşkınlıkla alnım kırıştı. Sonra seksi, mini etek giymiş genç kızların kahkahalarını düşünerek asıldığım anlar üstüme yığıldı. Utancımdan sinmek istedim. Karşımda oturan adamın sinek kaydı traşlı suratı, hakkında her şeyi biliyorum dercesine beni masama çiviliyordu.


İğrenç bir gülümsemeyle sözlerini tekrarladı. “Bu gizli bir görev. Bu insanlığın kaderini çizecek bir görev.”


Önüme bir kâğıt uzattı. Bir kalem. Dolma kalemin kıçına bastım ve mürekkebin kâğıtta eriyip dağılmasını izledim. Neden böyle bir şey yaptığım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece yapmak istedim.


Kâğıdın üstünde düzinelerce yazılar vardı, sayfalar, havalandılar her biri, loş ışıkta biraz da griye çalıp etrafa sıçradı ve yemek yiyip konuşan zengin züppelerin arasından sıyrılıp sonsuz ufuğa doğru hızla yol aldı.

Uçuyordum.


“Başardık.” kocaman bir sevinç. Beyaz odalar. Önlüklü insanların kibirli sakalları. Hiç kadın yok. Hepsi erkek. Hepsi gururlu bilim insanlarıydı.


Biri omzuma sert bir yumruk attı. “Başardın dostum,” dedi. Suratında sevinç kan basıncını uçurmuştu. Kafası kel. Hep yanımda yemek yediğini hatırlıyorum. Hep konuşup başımın etini yiyerek felsefeyle ilgili bir şeyler anlattığını biliyordum. Tek konuştuğum kişi o olduğunu biliyorum tüm bu erkekler içerisinde.


“İnsanlığın en büyük anını yaşıyoruz millet,” bunu söyleyen kısa boylu, toynağa benzeyen ayaklarıyla proje başkanı. Bana sert bir bakış atıyor. Küfredecekmiş gibi bekliyorum ama kafasını sallayıp başarımı kutladı. Oldu olası beni sevmediğini hissetmiştim. Sorunlarını bulan adam. Bu gizemli ve kimseyle konuşmayıp içine kapanık adam. O bendim. Şimdi hatırlıyorum.


Bir ses duyuyordum. Sevinç ve sarılmaların ardından kopup kulaklarımı dolduran bir ses bu. Şaşkındım. Sanki bir savaşın içinde çıkmışçasına etrafımı sarıyordu. Beyaz mekân. Valhalla denen bu yer. Sallanıyordu. Duvardan bir şeyler düşüyor, bir sürü bilimsel ıvır zıvırlar, anlamsız ve kayıp eşyalar, hepsi sallanıp parçalanıyordu.


“Kalkış başarılı. Çavuş Tom.”


“İtişler atmosfere bırakıldı.”


3


2


1


“Mezosferi geri de bıraktık. Çavuş Tom.”


Sallanıyordum. Üstümde ağırlığıyla, basıncın küvetiyle koltuğuma yapıştığım bir giysi içerisinde ileriye fırladım. Dolu ışıklar yanıyor, kırmızı, sarı, yeşil. Ne anlama geldiklerini bilmiyordum bile. Sarsılıyordum. Kusmam gerek diye düşünürken aldığım haplar sayesinde ağzıma kadar gelen omlet mideme geri yollandı.


Ve sallanma kesildi. Metali çıkardığı hırıltılar dindi. Süzülüyorduk. Telsizden kocaman bir sevinç çığlı ve ardından emirler yağdı.


“Yapacak çok iş var millet,” bu Çavuş Tom’du.

Beni koltuğuma zımbalayan kemerlerden kurtulmak için kırmızı düğmeye bastım. Buharlar ve sesler. Ayaktaydım. Mürettebatın tüm üyeleri yuvarlak çamdan dışarıya bakıyordu.


“Vay anasını satim be, ne güzel bir manzara.”


“Kameramı almamakla aptallık ettim be oğlum.”


“Şunu görüyor musun? İşte o Mars. Nasılda parlıyor şerefsiz öyle.”


“Babam şimdi de gurur duymasın bakim benle. Adi herif cehennemde izliyordur umarım beni.”


Uzaydaydık. Küçük bir gemi. Tüm dünya bizi izliyordu. İnsanlığın kurtarıcısı. İnsanları biz mi kurtaracaktık. Biz?


Ama neyden?


Herkes uzayın muhteşemliği tarafından sarhoş olup sıkıldıklarında hesaplarına dönerken, tek başıma dışarıyı izledim. Evden çok uzaktaydım. Karım ne yapıyordu acaba, oğlum ne kadar büyümüştü... yıldızlar, orada öylece parlayıp bu kadar yakın hissettirip nasıl oluyor da milyarlarca yıl uzakta duruyorlardı. Bir bilim insanına yakışmayan romantik düşünceler...


Yıldızlar parladı. Kocaman oldular. Işıklarından kaçmak anlamsız, ellerimi gözüme götürüp siper etmek ise günah. Demir dövüldü ve sonsuz uzayın karanlığı üstüme bocalandı.


“Sadece sen ve ben kaldık,” dedi fizikçi. Sonra onu da öldürdüler.


Geriye bir ben kaldım. Sessiz ve karanlık bir kürenin içinde açlığa bırakıldım.


Zamanı bükmeyi başarmıştık. Uzaydan bir sinyal alınmış ve dünyanın en büyük bilim insanlarını bir araya getirip bu sinyali çömüştük. Karşılığında muazzam bir hediye ile karşı karşıya kalsak da bir mesaj vardı. “Gel,”


Tartışıldı, konuşuldu ve gezegenin bir ölüm ağında parçalanacağı hesaplarla bir sonuca varıldı. Gidilecekti.


Şimdi geleceğimiz yere geldik. Herkes öldü. Zaman içinde hapsolmuş bir ruh gibi hissediyorum kendimi. Hayat nasıl beni es geçmişse ölümde varlığımı umursamıyor gibiydi.


Zamanı büküp yol aldığımızda, bir büyünün pençesinde gibi saniyeler dolmadan gözlerimiz başka bir gezegende açmıştık. Şaşkınlık ve bolca korku. Her şey insanlık için mi yoksa bitmek bilmeyen merakın ölümsüz eseri miydi yaptığımız?


Onları ilk gördüğümde şoka uğramıştım. Kafamdaki tüm fizik kuralları, her bir matematiğin gerçekliği görülmüyordu onlarda. Hava da asılı duran küreler. Öyle parlaklar ki net bir şey görmek imkânsız neredeyse. Hava da kalıp süzülüyorlar, ancak aynı zamanda yere de konuyorlardı. Bir canlı olmaktan öte bir makine gibi hareket ediyorlar ama kocaman bir esneklikle üstümüze doğru gelirken şekilleri değişip duruyordu. Organa dair hiçbir şey görememiştik. Ne kulak ne göz. Kocaman bir parlaklık.


Bizi gördüler mi, işittiler mi yoksa sadece fark mı ettiler bilemiyorduk. Üstümüze geldiler. Süzülerek. Şekil değiştirdiler. Biraz da bize dönüştüklerinde bire bir kopyamız olup yere adım attılar. Her birimiz kendimize bakıyorduk.


Deli bir korku ve heyecan. İlk konuşan öldü. Onların elinden çıkan bir şey ok gibi kafasını parçaladı. Sonra diğerleri cesette dönüştü.


Gözümü açtığımda buradaydım. Zaman ve mekânın anlamı tamamen yitmişti. Benliğim bir kadının hayallerini sürekli önüme getirip duruyordu. Kimdi bu kadın. Ben neredeydim. Anılarım bulanık. Ruhumda bir şeyler uzakta gibiydi.


Tüm anılarım zaman da şimdiyi temsil ederek üstüme bırakılmıştı. Şu an hem annemden azar işitirken hem de burada, bu karanlığın içindeydim.


Bunu düşündüm. Uyumadan. Uyumayı unuttum. Nasıl nefes aldığımı. Buradaki yabancı bakterilerin neden beni hastalandırmadığını, atmosferin yapısını ve tuhaf yer çekimini düşünmedim. Anılarım yoğundu. Sadece onlar vardı şu an elimde.


Bin yılın şafağında kapım açıldı. Zaman artık anlamsızdı. Karanlığın içine giren bir beyazlık. Bir kadın girdi. Gözleri bana bakıyordu ve o gözler çok tanıdıktı.


“Seni izliyorduk,” dedi. Ses daha da bir tanıdıktı. Bana kırları hatırlatıyordu.


Ardından kapı kapanınca baş başa kaldık. Kafam karışıktı. Yere çöreklenmiş öylece bakıyordum bu kadına. Nasıl o kare halinden böyle bir şeye dönüştüğünü merak etmiştim. Ve neden bu kadına.


Suratından bir parazit geçti; karıncalı televizyondan geçer gibi. Sonra yine o sert ve yumuşak bakışlara dönüştü. Çıplaktı. Memeleri küçük, siyah saçları ve ince dudakları vardı. Gözleri çok tanıdık olsa da çıkaramıyordum.


“Nenden ben?” bu soruyu çok sorduğumu fark etmiştim. Neden? Neden ben?


“Bunun birçok açıklaması var, birçok anlamsızlığı da. Tıpkı sorun gibi.”


“Benden ne istiyorsunuz. Bize niye mesaj yolladınız.” kafam o kadar dağınıktı ki sorduğum soruları bile takip edemiyordum. Midem bulanıyordu ve bir kadının gülüşü hala aklımı meşgul ediyordu.


“Sizi merak ettik, sizi izledik. Düşüncenizi mantıklı bir yere oturtmak istedik. Çok farklıydınız. Karmaşık ve duygusal,” dedi kadın, o. “tüm bu karmaşanın içinde anılarını bilmeyerek de olsa silmeyi beceren, geçmişinden kaçıp gölgelere sığınan seni gördük.”


Ne saçmalıyordu bu. Geçmişini silmek. Bir kadın koşuyor. Akşamları ağlıyor. Omzunda morluklar. Nereden geldiğini bilmediğim anılardı bunlar.


Kafamdaki kadının gözlerine bakıyorum. Karşımda duran ona çok benziyor. Hayır, o gözler. O ela gözler.


“Sen kimsin?”


“Sonunda doğru cevap,” dedi kadın, o ve güldü.

“Ben senim, hayallerin ve yaşadığın her şeyi bilen biriyim. Kendinden sakladığın her şeyin efendisi, duygusallıktan arındırıp ışığa çıkartan senim ben.”


Kafam iyice karışıyordu. Burada ne dönüyordu böyle.


Bir anı parlıyor kafamda anılar. Uzaydayım. Ve çocukluğum. Bayramın ilk günü. Annem bir etek almış. Çiçekli olanından. Babamın elini öperken bana burun kıvırıyor. Harçlık erkekler içindir diyor. Gözlerinde kocaman bir utanç görüyorum. Gözlerim mi doluyor yoksa. Ağaçta kayısı yerken bacağımı kesiyorum. Kanıyor, aşağıya bakıyorum. Bir çocuğun ağacın altında bana bakarken fark ediyorum. Adı Yunus. Komşumuz olur kendisi. Ağzı açık ve bacaklarımın arasına baktığını görüyorum. Altımda pembe bir külot var. Utancımdan çığlık atıp elimdeki kayısı çekirdeğini kafasına fırlatıyorum. İsabet ediyor. Ağlayıp kaçıyor.


Kırlarda oturduğumu hatırlıyorum. İlk sevgilim, ilk öptüğüm erkek. Ona rüyamdan bahsediyorum ve beni dinlemiyor bile. Memelerimi ellemek isterken onu itip ayrıldığımızı söylüyorum. Bana “neden Leyla,” diyor. Evet benim adım Leyla. Şimdi hatırlıyorum.


Tüm yalnızlığım ve korkularımdan kaçmak için, hayır babamdan uzaklaşmak için derslerime yoğunlaşıp zamanı eğitiyorum. Babam benden bir bok olmayacağını söyleyip duruyor. Geceleri ağlıyorum. Tüm bu düşünceler. Tüm o kırık kalpler. İçimde doluyor. Babam bir erkek istemiş, bir erkek büyütmekmiş hayali. Ve ben çıkmışım ortaya. Bir kadın. İsmi leyla olan. Sessiz ve uzaklara bakan. Konuşurken dalan.

Ben bir kadındım.


Üniversite de doktoram için verilen ödenek ile cinsiyetimi değiştirirken hatırlıyorum kendimi. Doktor sakin olmam gerektiğini söylüyor. Uzun bir araştırma sonrası onay almışım. Yüzümde bir sevinç.


Hormonların gücü beliriyor. Memlerim gittikçe içine çökerken vücudum değişiyor. Aynada kendime bakıyorum. Biraz daha kaslı, biraz da tüylüyüm artık. Sesim bile değişmiş.


Sonraki adımda bir penisim oluyor. Onu her geçe okşuyorum. Babamın istediği bir erkeğim artık. Bira içip küfretmekten sakınmayan. Büyük şeyler konuşup çayını karısından isteyen bir erek olacaktım.


Sonrasında babam ölmüştü. Evet hatırlıyorum. Ailemle bağım kopmuş. Cenazeyi uzakta bulutların altından izlemiştim. İçimde dolu burukluk. Söylenecekler şeyler yarıda ölmüş ve ben geceleri uyumak için haplara sığınmıştım.


Karım beni boşamış, evlatlık çocuğumuzu alıp uzaklara giderken, ben geceleri penisimi okşayamaya devam etmiştim.


“Şimdi hatırlıyorsun,” dedi o.


“Evet, hatırlıyorum.”


“İnsanlığın haritası senin korkularının içerisinde. Tüm bu acı ve var olmak için attığın her adımın altında sen varsın,” dedi o. “o yüzden sen, o yüzden bize lazımsın.”


“Neden ama? Amacınız ne?”


“Gezegenimizi kurtarıp bilgisini paylaşan bir uygarlığın tohumlarıyız biz. Aynısını size öğretmek istiyoruz. Savaşmak değil amacımız.”


“Arkadaşlarımı öldürdünüz ama...”


“Bizi anlamayacaklardı. Ölümün de korkulacak bir şey olmadığını da öğreteceğiz size. O yüzden bir tek sen lazımsın bize Leyla,” dedi o ve sesinde biraz daha durgun olan bir şeyler kattı. “Evrenin bize ihtiyacı var. Mirasımıza.”


Babamın çay içerken uzattığı ayağını hatırladım birden. Sakaları uzamış, suratında çizikler belirginleşmişti iyice. O an ölmesini dilediğimi hatırladım. Sonra öldüğünde neden ağlamıştım.


İçimdeki bu istemediğim şeylerden kurtulmak istiyordum. Yüreğimi acıtıyordu.


Sevilmek uğruna harcanmış bir ömür müydü bendeki?


Kafamı kaldırdım. Aynı savaşları verip aynı kanların döküldüğü bu zamanı değiştirmek istediğimi fark ettim.


Ona baktım. Kafamı salladım ve o beni anladı. Bir zamanlar göründüğüm kişi. Ela göz

lü Leyla beni anladı ve elini uzattı.


O ellerimi tutarken ağladım.