Yaz geldiğinde Üzümlü Köyüʼnü, güneş en sert bakışlarıyla seyrederdi. Gölgeliğin bile fayda etmediği bu kavurucu sıcakta beyaz tenli körpe kızlar kararır, esmerleşirdi. Genç delikanlılar buldukları gölgelik köşelerde sıcaktan kurumuş dudaklarına cigaralarını götürür efkarlanırlardı. Küçük çocuklar derenin kıyısında birbirlerini ıslatarak oyunlar oynar, sıcaktan vıcık vıcık olmuş kaba etlerinin üstüne oturmuş yaşlılar ise muhtarlığın yanındaki Boşnak Latif’in kahvesinde bir elinde bastonu, diğer elinde kirlenmiş mendillerini buruşmuş terli yüzlerine sürerlerdi. 


Üzümlü’nün köylüleri güneşin bedenlerini terletmesiyle sağa sola kıvrılarak öfkeyle uyanırlardı. Rengarenk horozlar birbirleriyle yarışırcasına öter; evlerin damlarına, ağaçların en sert dallarına yuva yapmış kuşlar da inatla cevap verirdi her sabah. Bu küçük, tepeden bakıldığında avuca sığacak gibi duran, etrafı yeşilin en güzel renk tonlarıyla süslenmiş köyün ev sayısı; iki insanın parmaklarının toplamını geçmezdi. Köylüler güneşin doğması, köpeklerin havlamalarıyla yataklarında, doğdukları güne söverek uyanırlardı. Söveceklerdi. Güneşin müslüman, gâvur ayırmadan kavurduğu saatlerde Üzümlüʼnün ahalisi, genci yaşlısı fark etmeksizin Abbas Ağaʼnın sonsuzmuşçasına uzanan verimli ve gürbüz topraklarında çalışırlardı. Bir ordunun piyade birliklerini andıran ağanın ağaçları; köylüye göre Anadoluʼnun hiçbir yerinde bu kadar bol ve tatlı meyveler yetişmez, ağızları sulandırmazdı. Abbas Ağaʼdan önce babası, ondan önce de dedesi, şimdi kendisi hükmediyordu bu tek sahipli topraklara. Doğan her köylü için de bu böyleydi. Değişmezdi. Değiştirilemezdi. Düşünülmesi bile tövbeler ettirirdi adama. Taş olur, felç geçirirdi. “Yerin ve göğün sahibi Allah, bilmez miydi kime bol, kime az vereceğini? Bilirdi şüphesiz. Şükredecek, hep çalışacaksın.” derdi köylünün büyükleri. Gençler ise dinlemez, kulak tıkardı kocamış adamların sözlerine.


Genç delikanlıların başını Hamza çekerdi. Pehlivan Hamza... Askerden önce hep böyle seslenirlerdi ayı yutmuş gibi duran bu adama. Yaşı fark etmeksizin önüne kim gelirse şuracıkta deviriverirdi. Güreşmek, rakip olmak için önce yürek, sonra sağlam bir bilek gerekirdi. Ne zaman ki tezkere aldı, gelip Abbas Ağaʼnın tarlasında çalışmaya başladı; işte o gündür diğer köylüler gibi erimeye başlamıştı. Değişen sadece görünüşüydü şüphesiz. Şu koca güneşi bile içindeki ateşle ayaklar altına alırdı. Ama şu ekmek derdi yok mu? Geçim derdi yok muydu? Kepaze eder adamı. Hiç dayanamayacağı küfürlere kulak tıkatırdı. Yapmam dediğini yaptırır, gitmem dediğine götürürdü. Bir türlü içinde yanan haksız adaleti, içindeki ateşi söndüremiyordu Hamza. Kara ellerinden birini gözlerine gölgelik yapmak için kaldırmış, diğer elini de yarıya kadar açık gömleğinin içinden göğsüne götürmüştü. Uzun uzadıya Abbas Ağaʼnın topraklara baktı. “Vay köpekoğlu vay... Hiç doymaz mısın sen? Ne yaparsın bu kadar malı?” diye söylendi. Bir şeyler yapmalıydı. Ne yapacaktı, nasıl yapacaktı kendisi de bilmiyordu. Günlerdir içini kemiriyordu düşünceleri. Gerekirse aç kalacaktı ama yapacaktı. Kendi gölgesi bile ardına saklanmışken şu uyutulmuş köylülere nasıl anlatmalıydı? Nasıl? 



SON