Dün gece bir rüya görmüştüm, ama nasıl anlatsam bilemiyorum. Çıkmaz bir sokaktayım, ellerimde kelepçeler, sağa sola koşturuyorum kuduz köpekler gibi. Görsen gülersin halime. Gül de zaten, sefil bir insana gülerim ben de. Neyse işte bileklerim morarmış, dudaklarım kurumuş, gözlerimle fıldır fıldır bir çıkış kapısı arıyorum ama ne fayda. Yok. Sonra alarmın sesine uyanmışım. Zarıl zarıl çalıyor meret, aldım duvara bir çarptım seninkini, sesi soluğu kesildi. Biraz içmiştik ya, sen misin onu içen. Kalktım bir çay demledim kendime, en tavşanlısından. Sigaramı nere koydum diye düşünürken aklıma geldi hepsini dün içtiğim. Dertlenince sigaraları sayamıyor insan haliyle. İşe geç kalacağım korkusuyla hemen diktim tepeme çayı, bir gömlek geçirdim üstüme. Saçımı başımı yapacak vaktim yoktu, şöyle bir su çaldım geçtim. Tuttum vapurun yolunu, bu vapuru kaçırırsam patron beni kesin kovardı bu sefer. O da haklı tabi, son iki haftadır her gün geç kalıyorum. Ha bu arada matbaacıyım ben. Ellerimdeki mürekkep lekelerinden ve hiç temiz gömleğim olmadığından bunu anlayabilirsiniz. Kitapları çok severim, her birini ben doğurtuyorum çünkü. Birer yavrum oldular hepsi. Bir de puslu İstanbul havasına karşı koyamam, yağmur da cabası. Bunları anlatırken az daha vapuru kaçırıyordum. Hemen köşedeki simitçiden bir simit aldım en gevreğinden. Bindim vapura. Başladı benim hikayem.


Vapur yavaş yavaş limandan ayrılır, gitmek istemez sevdiğinden. Ama gitmek zorunda. Bazen gitmek zorunda kalıyor insan ya da vapurlar. İstanbulun bu huzursuz havası, bu nefret dolu bakışları insanın içini kemiriyor. Oysa her şey güzel başlamıştı. Saat 8.10 vapuruna binmiştim, bir elimde az önce simitçiden aldığım simit diğer elimde bir Cemal Süreya kitabı. Oturdum bir köşeye aldım elime simidimi tam ısıracakken Cengiz geldi yanıma. "E abi nasılsın, hava biraz soğuk üşütmeyesin ha!" Cengiz bizim sahafta çalışan gariban bir çocuktu, kiremit rengi bir montu vardı, o montun cebinde de hep fındık fıstık olurdu. Garibanların da fındık fıstık yiyebildiği dönemler tabi. " Ah be Cengizim sen miydin? Üşümedim aslanım üşümedim. Hatta içim alev alev desem yeridir." Çocuk bir anda çöktü yanıma, meraklı gözlerle beni süzüyordu." Abim benim, iyi misin ne derdin var anlat hele." Bu gencecik delikanlıya nasıl derdim ayrıldım sevdiğim kadından. Pılını pırtını topladı çekti gitti iki hafta önce. En sevdiğim saati de götürmüş, her gün birer saat kırıyorum şimdi onun yüzünden. Diyemedim... Günlerdir kalbimin sıkıştığını, ondan haber alamamanın yavaş yavaş içtiğim bir zehir gibi olduğunu. Söyleyemedim...Söylemek istedim çok, ortam da buna müsaitti. Puslu bir İstanbul havası, dalgaların umarsız çırpınışları...Dramatik bir andı. Ama söylesem de bu çocuk ne anlardı aşktan, ne anlardı ayrılıktan. Farklıydık bir kere. Uygun bir dille geçiştirmeye çalıştım Cengizi. "Aslanım, hiç anlatılacak bir konu değil. Bitti gitti en nihayetinde. Gel otur denizi izle sen, bırak içimde kalsın. Yağmur yağınca arınırım yeniden." Şiirsel konuşmam onu güldürdü biraz, ben de güldüm arkasından. Herkes bize bakıyordu vapurda. Gülerken bir anda ağlamaya başladım. Nasıl ağlamak, sanki boğuluyorum da kurtaranım yok. Doğru yok gerçi. Yalnız kaldık. Bir İstanbul bir de ben. O da sevdiğinden ayrılmıştı demek ki. Ondan böyle gözleri dolu, ondan böyle nefret doluydu. 8.10 vapuru aldı beni götürdü uzaklara, uzaklardayım hala. Gelemedim.