Hatırlıyordum, ilkokul yıllarımda okula gitmek için mezarlıktan geçiyordum. Kalçamı ve omzumu kaplayan koca bir çantayla yeni öğrendiğim şarkıları tekrarlaya tekrarlaya yürürdüm. Zaman zaman yeni açılmış veya henüz merasimi yeni yapıldığı toprağın o canlı kahverengi halinden belli olan mezarlar oluyordu. İlk ezberlediğim şiirlerden birini de bu mezarlıkta öğrenmiştim. Bir karı kocanın mezarıydı. Sekiz dizelik bir şiir kazınmıştı beyaz mermere. Sevdiğim kıza verdiğim ilk çiçeği burada mezarlara ekilmiş olanlardan götürmüştüm. Bazı mezarlar çok güzel oluyordu. Kiminin dökme demirden profillerle etrafı çevrilmişti. Kiminin aile mezarlığıydı; beş veya altı kişilik bir çekirdek aile sığacak kadar geniş bir alana sahipti. Kimi küçük, kimi büyük. Bizim horoz enişte bile oradaydı. Bunun yanında mezarlıkta çok büyük ağaçlar da vardı. Yirmi metrelik çınar, okaliptüs ve çam ağaçları. Kış mevsiminde şiddetli rüzgarlar çıkardı. O rüzgarlarda dans ediyormuş gibi sallanırlardı. Okaliptüsün dalları çamı sarar, çam ondan kaçmaya çalışırdı. Bu hengamede kokuları birbirine karışırdı. Çınar ağacı. Ağır abimiz. Yüzünü asar bu şımarıkları izlerdi. Her şeye rağmen kendini zor tutardı. Arada çatırdayıp titreyerek danslarına eşlik etmemek için kendini zorluyormuş gibi görürdü. O zamanlar bu kadar dolu değildi mezarlarla buralar. O kadar çok ağaç vardı ki havalı tüfekleriyle avcılığa heves salmış diğer çocuklar okul sonraları doldururdu mezarlığı. Ben de öyleydim. Özenirdim büyüklere. Kuşu görmeden sadece sesinden tanıyor olmalarını olağanüstü bulurdum. Zamanla ben de öğrendim. Karatavuk, sarı bülbül, kızlar çavuşu, incir kuşu, bıldırcın, üveyik, cubbal, su tavuğu, tipilli, arap bülbülü. Birçok kuşu artık bırakın sesini, uçuşundan tanıyordum. İşin acı tarafı da bu kadar şey öğrenebilmek için onları öldürmek zorunda kalmıştım. Bu acı Marcus ile beni yaklaştırdı. 

Bizim muhitin arka tarafları geniş tarlalarla, meyve bahçeleriyle kaplıdır. Yazın kayısı, yeni dünya ve şeftalinin en güzeli yetişirdi. Kışın ise marul, nohut, patates, lahana. Her hasat zamanı ülkenin her yerinden buraya çalışmaya gelirlerdi. 4 mevsim çalışma imkanı olduğundan gelip yerleşen de çok olurdu. Marcus ve ailesi de Marcus 10 yaşındayken taşındılar buraya. Daha önce de gelmişlerdi fakat mevsimlik işçi olarak gelip bir süre kalıp geri dönmüşlerdi. Bunu sonradan yanlarına gide gele öğrendim. Babası Hasan uzun boyu, geniş omuzları, kocaman kürek gibi elleriyle bir devi andırıyordu. Gözleri kapkara ve sertti. Göz göze geldiğinizde vahşi bir hayvanla karşılaşmış gibi içinizi titretirdi. Annesi Arevig ise kısa sarı saçları ince, sivri, küçük burunlu, kalın kaşları, elmacık kemikleri gözlerinin hemen altından başlayan ne çok dolgun ne çok zayıf bir yüze sahipti. Gözleri sevecen fakat yoksulluğun getirdiği yorgunlukla izlerdi her şeyi. Yaşamaya çok ilgili değil gibi bir hali vardı her zaman. Hep bir şeyler söylemeye yeltenip daha sonra yutkunarak susmaktan konuşurken sesini ayarlayamıyor gibiydi. Bu yüzden ne zaman heyecanlı, ne zaman üzgün, ne zaman kızgın olduğunu gözlerine bakmadan anlayamıyordunuz. Bundan dolayıdır ki Marcus birileriyle konuşurken gözlerinin içine içine rahatsız edici bir şekilde bakardı. Öyle ki onunla konuşurken hayatınızın bütün perdelerinin yırtıldığını hissedersiniz. Bu nedenle çok kimseyle arkadaş olamadı ilk zamanlarda. Gözleri dışında hiçbir şey bu dünyada yaşamıyor gibiydi. Öyle ki onu hiçbir şeye bakmıyormuş gibi göremezdiniz. Hep gözünün önünde bir şey varmış ve onu inceliyormuşçasına dalardı. 

Marcus ile ilkokulu beraber bitirdik. Çok yetenekli biri değildi derslerde. Ortalama bir öğrenciydi. Okuldan kalan zamanlarında bahçeye gidip ailesine yardım eder zaman zaman da bizimle beraber bahçelere meyve çalmaya gelirdi. Biz elimizde tahra ile yiyemeyeceğimiz kadar meyvenin olduğu dalları keser peşimizden bütün çocukların toplandığı toprak sahaya kadar sürüklerdik. O ise az miktarda kendine alır, bir taş bulur, oturur ve onu yerdi. Bir gün yine bahçelere gidip hırsızlık yaparken Marcus kendine oturacak bir yer buldu. Biz ağaçta tahralarda ağaçların dallarını kesip aşağı atıyorduk, aşağıdakiler iple dalları bellerine bağlıyorlardı. O zamanlar bahçelere bekçi olarak ahrazları dikerlerdi. Onların raporu olduğu için birilerine zarar verseler de ceza almıyorlardı. Uzak tarafa diktiğimiz arkadaşımız ahraz geliyor diye bağırdığında hepimiz bir bir ağaçlardan dökülmeye başladık. Marcus yine dalmıştı. Ahraz onu yakaladı. Yere yatırıp ayağına sırtına vurduğunu gördüm. Sonra onu tutup bir yerlere götürdü. Hepimiz korkudan kendimizi kaybetmiş, gözlerimiz yerinden çıkacakmış gibi olanları izliyorduk. Bir süre orada bekledik döner diye fakat dönmedi. Hava da kararıyordu. Eve dönmek zorundaydık. Yoksa aynı sonuç ile burada olmasa bile evde karşılaşabilirdik. Biraz cesaret toplayarak hava kararana kadar bekledim. Bir süre sonra bahçenin içinden bir Renault Station’ın çıktığını gördüm. İçinde tanımadığım bir adam ve Marcus vardı. Hemen peşlerine takıldım. Deli gibi koşuyordum. Hala cebimde çaldığımız meyveler vardı, bir hışımla hepsini yere attım. Araba evlerinin olduğu sokağa döndüğünde yavaşladım. Biraz soluk aldım. Evlerini uzaktan gözlemeye başladım. Arabadan Marcus indi, annesi kapıya koştu hemen. Marcus'un o halini görünce bir çığlık attı. Babası da arkasından çıktı dışarı. Bir şeyler konuşuyorlardı ve ben nefesimi tutarak onları izliyordum. Anne Arevig kaptığı gibi çocuğunu, içeri girdi. Babası ise hâlâ adamla bir şeyler konuşuyordu. Tam bu sırada arabanın kaputuna adamı yatırıp yumruklamaya başladı. Bir o yana bir bu yana savurarak adamı bir güzel benzetiyordu. Yere düşürdüğü adamı tekmelemeye başladı. Ayağındaki terlik yırtılana kadar adama vurmuştu. Bir hışımla son vuruşu yaptıktan sonra arkasını döndü ve kapıyı sertçe kapatarak eve girdi. Dayak yiyen adam zor bela ayağa kalktı ve söylene söylene arabaya bindi ve oradan uzaklaştı. Korkarak evlerine yaklaştım. 2 odalı bir evde kalıyorlardı. Küçük bir mutfak vardı evlerinde. Diğer odada ise hep beraber yatıyorlardı. Pencereye yavaşça yaklaştım ve içeriye baktım. Marcus yatağa cenin pozisyonunda yatmış annesi yanındaki eski sehpanın üzerinde elini alnına götürmüş bir şekilde duruyordu. Babası ise ayaktaydı. Sonra oğlunun yanına yaklaştı ve başını okşadı. Bir şeyler söyledi. Anladığım kadarıyla kızmamıştı ona. Teskin ediyordu. Arevig için durum aynı değil gibiydi. Oğlundan daha çok acı çekiyormuş gibi bir hali vardı. Olayların kapandığını düşünüp oradan ayrıldım eve gittim. Güzel bir dayak yiyip sonra akşam yemeğine oturdum. Kardeşlerim aralarında kıkırdayıp bana gülüyorlardı. 

Ertesi gün her tarafı yara bere içinde Marcus okula geldi. Sınıftaki çocuklar ona gülüyorlardı ama onun umurunda değildi. Onu gördükçe ben utanıyordum. Sonuçta bizim yüzümüzden bu hale düşmüştü. Yediği dayak yüzünden ayağı aksıyordu biraz, canı yandığı da belliydi. Yaralarından biri kanamış, gömleğine de bir damla kan bulaşmıştı. Ama normal bir gün geçiriyormuş gibi hiç şikayet etmeden gününü bitirmişti. Ertesi gün okula ona kendi gömleklerimden birini götürdüm. Biliyordum çünkü başka gömleği yoktu. İlk ders bittikten sonra yanına gittim. Elimdeki poşetin içinden bir gömlek ve kravat çıkarıp ona verdim. Bir süre durdu, gözlerime baktı bunu neden yaptığımı anlamaya çalışıyormuş gibi. Sonra poşeti aldı süveterini ve gömleğini çıkardı. Benim verdiğim gömleği üzerine giydi. Evden gizli aldığım için gömlek biraz kırışıktı. Kravatı eline aldı, bana geri uzattı. Kravat bağlamayı bilmediğini söyledi. Gözünü kaçırdı. Bu bana samimi gelmişti. Marcus hakkında bildiğim ilk şey kravat bağlamayı henüz bilmediğiydi. Ona yardımcı olabileceğim bir an yakalamanın gururuyla kravatı bacağıma dolayıp üçgen bir şekilde bağlayıp ona verdim. Boynuna yavaşça geçirip yakasını indirdi. Süveterini üzerini giyip üstünü düzeltti. Yüzünün kasları gerilmişti. Sanırım gülüyordu. Teşekkür etti. O günden sonra daha samimi olmuştuk. Evlerine sık sık gitmeye başlamıştım. Annesi haftalık aldıkları zamanlarda nazook adında bir tatlı yapıyordu. O gün evin en güzel günü oluyordu. Açıkçası ben de çok sevmiştim. Çocuk aklımla haftalık zamanlarını ayarlayıp o günlerde özellikle bir sebep yaratıp evlerine gidiyordum. Daha fazla zaman geçiriyordum Marcus ile. O yabani, korkutucu kimliğine rağmen çok iyi arkadaş olmuştuk. Ben onun dış dünyaya açılan bir kapısı, diğer insanlarla iletişim kurmasının olanağı haline gelmiştim. O da benim için nazook olmuştu.

Bir zaman sonra nahoş bir olay vukuu buldu. Meğerse Marcus’un dayak yediği günün akşamı yaşanan olay büyümüş. Bir kez daha gerçekleşmişti. Hasan’ın benzettiği adam bir ağa kahyasıymış. Dayak yediği bir şekilde duyulmuş ve kahyanın itibarı zedelenmişti. Baba Hasan çalışkan, becerikli bir işçi olmasına rağmen çalıştığı bahçenin sahibi tarafından sürekli baskıya maruz kalıyormuş. Dövdüğü kahya bahçe sahibinin çok yakın arkadaşının işçisiymiş. Gel zaman git zaman bir yeni dünya hasadı sırasında bu melun kahya, Hasan ile tarlanın ortasında çakışmışlar. Bu çakışmanın sonucunda bir kamyon dayak yediğiyle kalmış yine. Bu olayın üzerinden 3 gün geçtikten sonra Hasan mutfak alışverişi için mahalle bakkalından çıkıp elindeki poşetleri bisikletinin sepetine yerleştiriyordu. O sırada mahalle kahvesi tarafından gürültülü bir şekilde dört kişilik bir grup geliyordu. Hasan poşetleri yerleştirirken sırtında bir sıcaklık hissetti ve feryat figan kendini iki adım geriye attı. Elini beline götürdü. Bunu yaparken ikinci bir sıcaklık karnında belirdi. Gelen o gruptan biri takıştıkları kahyaymış ve Hasan’ı gördükleri için arkadaşları kahya ile dalga geçiyormuş. Hasan olduğu yere yığıldı. Etraftakiler hemen hastaneye yetiştirse de Hasan o gün ölmüştü. Olayı ertesi gün duymuştum. Hemen evlerine koştum. Çok bir kalabalık yoktu. Bir işçinin cenazesi kalabalık olması beklenmezdi nasıl olsa. Marcus’u aradı gözlerim. Mutfakta tezgahın üzerine oturmuştu. Elinin parmaklarını birbirine geçirmiş bir şekilde kalabalığa doğru bakıyordu. Göz bebekleri hiç oynamıyordu. Sinirli değildi. Onun gibilerinin böyle bir şey ile her zaman karşılaşabileceğini düşünüyordu sanırım. Göz kapakları ne çok şaşkın ne de çok yorgun olduğunu gösterecek bir açıklıkta etrafı izliyordu. Ama gözleri hiç olmadığı kadar karanlıktı. Daha önce ölümün ne olduğunu, gözlerinin önünde hayal edemediği bir şeyin varlığını her tarafında hissetmiş gibi bir şaşkınlıkla dolup taşmıştı. Bilmediği bir şey ile karşılaşmıştı. Bu ona korkunç geliyordu. Babası mezarlığın engin yeşil duvarının yanında uzak bir köşeye gömüldü. Hiç ağlamadı. Anlamaya çalışıyordu. Daha önceleri hep hayal ettiği şeylere özlem duyuyordu. Hiç sahip olmadığı şeylere duyduğu özlem onda arzu yaratırken, daha önce sahip olduğu ama bir daha sahip olamayacağını bildiği bir şeye özlem duymayı ilk defa tecrübe etmişti. Hasreti tatmıştı. Bu ikisinin arasındaki farkı keskin bir şekilde öğrenmişti. Karanlığın yüreğini ovan her insanın kulağına bütün yaşamı boyunca bir çınlama gibi yaşlı, paslı bir ses fısıldayacak ve ölümü hatırlatacaktı. Bir şeyin farkına varmıştı. Ölüm geri kalan her şeyden farklıydı. Her şeyi yaşayarak, belki de her şeyi sadece görerek anlayabilirdi. Fakat ölümü hiçbir zaman anlayamayacaktı. Göremeyecekti. Söz gelimi yaşadığımızı anlamamızı sağlayan pek çok şeyle kolay bir şekilde iletişim kurmamız mümkün. Sevdiğini, sevildiğini, aşık olduğunu, acı çektiğini, özlem çektiğini veya nefret ettiğini kolayca anlayabilirdi. Ama ölümü nasıl anlayabilirdi? 

Yanına yaklaşmaya çalıştım. Ama tuhaf bir şekilde acı çekmiyordu fakat onun duruşunda rahatsız edici bir şey vardı. Vücudu kaskatı kesilmiş nefes almak için göğsünü indirip kaldırdığını görmesem öldüğünü düşüneceğim kadar hareketsizdi. Karşımda yalnızca göğsü inip kalkan ve alnında ter damlalarının hareket ettiğini gördüğüm bir et yığını duruyordu. İnsan olmanın bütün nezaketini kaybetmiş gibi etrafı izleyen gözleri, yaşam tarafından bir gün ihanete uğrayacağını anlamış ve buna çok kızmış gibi kızaran yanakları vardı. Kulaklarının arkasına kadar uzanan çene kemikleri bir mengene gibi ağzını sıkı sıkıya kapatmıştı. Bir iki adım attıktan sonra küçük mutfağın köşesinde duran eski bir taburenin üzerine oturdum. Kendimi ona karşı bir şeyler demek zorunda hissediyordum fakat bir türlü konuşmaya nasıl gireceğimi bilmiyordum. Bir saat boyunca aynı taburenin üzerinde ben de durdum. Hiç konuşmadık. Bana dönüp bakmadı. İşin garip yanı galiba onu anlamıştım. 

Oturduğu tezgahın üzerinden birden indi. Ayakları yere basınca başı döner gibi bir eliyle hemen yanında duran tahta sandalyeye tutundu ve birkaç saniye böyle durdu. Şaşkınlıkla ben de ayağa kalktım ve iyi olup olmadığını anlamak için seslendim. Başını çevirdi ve göz göze geldik. O kısa süre içerisinde bu göz göze gelişimiz kafamın içerisinde bütün biyolojik tarihimiz boyunca bizi hayatta tutan düzeni yerle bir etti. Kültür dünyamızı ve medeniyeti inşa etmemizi sağlayan tarihsel kodlara saldırdı. Gözündeki bu anlamsızlık bütün insanlık tarihini çamura bulayıp üstüme geliyordu. Çağlardan beri insanların birbirlerine söylemeye cesaret edemediği her şeyi tek bir bakışta gözümün içinden aklıma kazıdı ve tüm hayatıma sirayet etti. Buna engel olamadım. Bunu kaldıramıyordum. Şakaklarımda dayanılmaz bir baskı hissederek gözümü kaçırdım. Bu birkaç saniyelik yüzleşme ne bedenimin ne de aklımın taşıyabileceği bir şeydi.

Kendine geldikten sonra topuğundan çıkan ayakkabısını ayağına oturttu. Kemerinin altına kaçan giysisini ellerini havaya kaldırarak yerinden kurtardı ve çekiştirerek üstünü başını düzeltti. Kalabalığın içerisinden yüzlerine baktığı insanları birbirinden ayırmadan, herkes aynı kişiymiş, birinin diğerinden farkı yokmuş gibi gözlerini şöyle bir gezdirip parmak uçlarında yükseldi ve kapının kolunu yakalayıp yavaşça kapıyı açıp dışarı çıktı. Ben ise dirseklerimi dizlerime dayayıp başım ellerimin arasında parmaklarımı saçlarıma geçirmiş bir şekilde olduğum yere çakılıp kalmıştım. Oturduğum taburenin arkasındaki pencere kapalıydı ama duvardaki çatlaklardan içeri giren rüzgar ensemi kesiyordu. Bütün derim soyulmuş gibi oturduğum yer, aldığım nefes canıma batıyordu. Onun sadece bir bakışta zihnime işlediği bu anlamsızlık, bu absürtlük gerçekten olabilir miydi? Yaşadığımız hayat sadece gerçekle köprü kurmaya çalıştığımız bir ironiden ibaret miydi? Düşünce dünyamızı şekillendiren kavramlar bariz bir gerçeği gizlemek için kullandığımız bu ölüm dediğimiz büyük tablonun üstünü kapatmaya çalıştığımız boya kutuları mıydı? İnsanlık dediğimiz bu büyük şey, bu tarih dediğimiz büyük kumbarada biriktirdiklerimiz sahte miydi? 

Dişlerim üzerine binen yükü taşıyamadığını haykırırcasına gıcırdıyordu. Kalabalığın sesleri kulağımın içinden gözlerime doğru ilerleyen bir tığ gibi sancı veriyordu. Kapının girişinde tabağın içinde yakılmış bahhurun kokusu burnumun duvarlarını zorlayarak içime sızmaya çalışıyordu. Havadaki nem çölde kızgın kumların üzerinde üzerime örtülmüş yorgan gibi bunaltıyordu. Ayaklarım sürekli bir bataklıktan kurtulmaya çalışıyormuş gibi bir sağa bir sola hareket ediyordu. Artık vücudumun her yerini ayrı ayrı hissetmeye başlamıştım. Her yerinde ayrı bir acı, her yerinde ayrı bir hikayenin paragrafı zihnimin içine hücum ediyordu. Ellerimin titremesini durduramıyordum. Göz kapaklarıma uyguladığım kuvvetten dolayı kirpiklerim göz bebeğime batıyor, aldığım nefes boğazımdan aşağıya inmiyordu. Her bir zerrem doğduğuna lanet ediyormuş gibi işkence ediyordu bana. Bu zamana kadar birbirine zincirlenmiş bütün algılarım benden kaçıyordu. Her duyduğum ayak sesi yeni açılmış yaramın üstüne basıyormuş gibi evde geziyordu. Bulunduğum yer kocaman bir yara haline gelmişti. Marcus da böyle mi hissetmişti? Onu hareketsiz bir et yığını haline getiren bu muydu? 

Elimi başımdan çektim ve arkamda duran pencereye dayadım. Camın serinliği az da olsa içimde bir şeylerin düzelmesine sebep oldu. Ama hala zihnimi ve bedenimi birbirine bağlayan o zincirde sorun vardı. Ölüm fikri bu zamana kadar bedenimde bir arada duran her şeyi bir anda evrenin başka köşelerine fırlatmıştı. Yaşam göz göze geldiğimizde bir anda kavrayabildiğimiz bir şey değil miydi? İçime dolan bu hınç, bir insanı sevmeye çabaladığımızda ya da onun sevgisini kazanmaya çalıştığımızda kendimizi onu sevmememizi sağlayacak olumsuz nitelikleriyle karşı karşıya bulmamız gibi; ölüm karşısında bizi yaşama bağlayan romantik sicimleri büyük bir tiksintiyle kesmeye karar vermemiz midir? Hayır. Sevmek de nefret etmek de bir karardır. Fakat bu hınç bir zorunluluk olarak içimizden geliyor, kendini dayatıyor. Her duygumuzun bir nesnesi veya öznesi veya adına ne dersek diyelim işaret ettiği, dayandığı bir şey vardır. Tarihte bu duyguları her türlü işaretinden arındırarak sadece kendisi olarak anlamaya çalışan çok insan çıktı. Büyük oranda da bunu başarmaya yaklaştılar fakat başardıklarını düşündükleri anda durdukları yer yine kendileri, kendi sınırlarıydı. Yine kendisini kavramaya çalıştıkları şey onları düşünebildikleri birtakım sınırların içerisindelerdi. Onların demek istediği her şeyin birer göz yanılgısı olduğuydu. Ayın yüceliğini dışarıdan bakarak anlattılar, yaşamı da öyle. Ama hınç bu zeki insanların durdukları yerin bir adım ilerisinde de değildi. Tam karşısındaydı. Çünkü orası artık ister düşünsel, isterse de duyusal olarak hakkında yargıda bulunduğumuz alan değildir. Bu nedenle orada söylenecek bir şey yoktur. Buna belki de en yakın tanım, sanatın ortaya çıktığı, bakış açısı olmayan, saf zihnin dahi boyunduruk altına alamadığı mekandır. Bu alanda yargıda bulunmazsınız, sadece yaşarsınız. Bu nedenle hakkında yargıda bulunduğumuz, diğer insanlarla türlü biçimlerle ilişki kurduğumuz alan ironi dünyamızken, diğer alan gerçek yaşamın kurucu ögelerini barındıran bir alandır. Nesnesiz, düşünmenin sınırlarını aşan, boşluğun içinden kendini yaratan, hep gizlenmiş, bizimle doğmamış ve doğmak için bir itkiye ihtiyacı olmayan, işaret etmeyen, en başta ne ise o şekilde karşımıza çıkan bir şey. Kaldı ki bu hınç sevmek, nefret etmek ve saygı duymaktan çok şiddete daha yakındır. Bu nedenle diğer duygular bir bakıma yine onu duyan insanla ilişkiliyken, hınç kendinize doğru çekmeye çalıştığınızda hareket etmeyen ve sadece esneyen bir kavram veya durum gibi geliyor. Karşılaşan kişinin bir sır olarak karşılaştığı, anlatmaya çalışsa da diğerleriyle iletişimi olanaksız kılan özel bir görüngü gibi. Bu yüzden bu alana en yakın sanat eserleriyle karşılaştığımızda içimizde ışıklar saçan bir coşkuyla karşılaşırız. Bu esere duyduğumuz yücelik duygusundan değil, onun kırıp dökerek içinden doğurduğu şey ile ilgili. İnsanlara, doğaya, duygulara. Her şeye karşı bir şiddet. Algımızın sınırlarını belirlediği bu manzaranın tümüne topyekûn bir karşı koyuş. Anladığımızı sandığımız bu ironi dünyasına saldırdığı, onu anladığımız şeklinin dışında başka bir noktadan anlattığı için. Ne korkunç iki mekanda yaşamanın anlamı. 

İçime dolan bu yanılmışlık, kandırılmışlık hissi tiksinti biçiminde derimin üzerinden aşağı doğru inip ayak parmaklarımın arasından evin betonuna yayılıyordu. Düşünsenize büyük bir coşkuyla birini sevdiğinizi, bir çiçeği avucunuzun içine alıp onun muhteşemliğinin zihninizde yarattığı canlı imajı. O pastel renklerle iç içe bir şekilde kucakladığınız bu dünyanın kollarınızın arasından buharlaşıp gittiğini. Yıldızlara bakıp onların sizi içine çektiği zamanları bir düşünün. O küçük ışık parçasının sizi içine çeken pırıltısını. Uzakta olmasının, güzel olmasının önüne geçmediği bir yaşam parçasını ve zamanı. Şimdi her şey algımızın koca bir yanılgısı gibi mi? İçime bir gülme geliyor. Neşeli değil. Bir sinir harbiyle şakaklarınızdan bedeninizde yıllardır gizlice dolaşıp aniden yakalanmışçasına kaçmaya çalışan parazit gibi.

Mutfağın küçük penceresinden dışarı baktım. Küçük adımlarıyla çakıllı yolda ayaklarını sürüye sürüye gidişini izledim. Etrafına hiç bakmıyordu. Başı önünde, acelesi yok ama gideceği yeri biliyor gibiydi. Evin önündeki yokuşu tırmandıktan sonra, yokuşun sonundaki ağacın dibindeki büyük taşın yanında durdu. Eğildi. Taşa yaslandı ve sırtını sanki dünyada kaybettiği yeri ararcasına oynattı. Sonra sırtını çok da rahatsız etmeyeceğine kanaat getirdiği bir pozisyonda durdu. Dizlerini çenesine doğru çekti ve çenesini de dizine yaslayıp ruhuna tekrar imanı getirecek şeyi ararcasına önündeki düzlüğe doğru bakmaya başladı. Yaşamı yücelten, derimize rengini veren bu yeryüzü sofrasını kurmuştu. Sofranın etrafını sandalyelerle donatıp her birine bir aziz yerleştirdi. Neden peki? Nimetlerini paylaştığı günün ertesinde çarmıha gerilecek olan İsa’yı tok karna izlesinler diye mi?


"İzleyin. Size göstereceğim son mucize şudur: Azizlerin azizi dahi olsanız görün işte son budur! Size verdiğim tüm nimetlerin, kurduğum tüm sofraların günü geldiğinde bunun için hazırlanmış olduğunu. Kendinizi her yaşıyor sandığınız da aslında sona geliyor oluşunuzu."


Marcus’un bakışı önündeki düzlüğün bittiği yere doğruydu. Ufuk çizgisini izliyordu. Ufkun arkasını görmeye çalışıyor, kendinden çalınanın oraya gizlenmiş olduğuna inanıyordu. Kararlı oturuşunda pek bir şey değişmemişti. O ufuk çizgisi yazgısını temsil ediyor ve pürdikkat onunla yüzleşiyordu; ufuk çizgisinden kendine bakan geleceği ile onu yıkmaya çalışan kendisiyle. Kurulan bu yazgının karşısında tek başına bırakmaya çalışıyordu kendisini. Bu tek başınalık, onun karşısına aldığı dünyanın, benliği üzerinde bir daha böylesine bir yıkıma izin vermemek içindi. O ufuk çizgisinden kendisine bakan her gözü kör etmek istiyordu. Her yıkımdan sonra kendisini, benliğini, yazgısına uygun bir şekilde inşa etmek istemiyordu. Kader diyordu; bizi hep bir adım ileriden dikizleyen bir çift göz gibidir. Ve kader yıkılmalıdır. Bir kez yıkıldıktan sonra bu dağılmışlığın doğasını ve bu doğanın düzensizliğini kendisi için yazılmış bu kadere karşı koymak için kullanacaktı. Bu sayede yaşamı ve bundan önce bunu meydana getiren bütün kabul edilmiş öğeleri bir düzenin içinde anlamaya karşı koyacaktı. Ne yaşayacaksa artık bir sürpriz gibi; beklenmedik bir anda karşısına çıkacak ve bu sayede karşısına çıkan şeyi bu dağınıklık arasında kendisi anlayacaktı. Bu da başkasının yaşadığı düzeni reddetmek anlamına gelecekti. Kendisinin tanrısı olmaya mı karar vermek üzereydi? Ruhunu “onların” dünyasına bağlayan sicimleri etinden sıyırıp, kendi içine sıkı sıkıya bağlayacaktı. İlk bakışta bu durumunun şu anda yaşadığı şeyle ilgili bir kompleks ile oluşmuş olduğu pek ala söylenebilir. Ama öyle değildi. Yapmaya çalıştığı açıktı. Kimseyle ruhsal bir akrabalık kurmak istemiyordu. Kimsenin konuşmadığı bir dille, yaşam denilen bu boşlukta bu sayede var olmama erdemine erişecekti. Evet, doğru. Var olmamak. Gerçekten bu bir erdem olabilir miydi? Ölçülülük, yardımseverlik, alçakgönüllülük, yiğitlik yanına bir de var olmama erdemi. İlk bakışta bir çelişkiyi barındırıyor gibi görünebilir. Var olmama dışındaki diğer tüm erdemler diyeceğim; hep başka birinin tevazusuna, anlayışına kalmış ve hep bir onayı gerektiren kavramlar değil midir? Kendi başına, başka birine ihtiyaç duymadan bunlar ortaya çıkarılabilir miydi? Bunların her birinin ortaya çıkması için gerek sağduyu gerekse de genel anlamda ruhsal bir akrabalığa ihtiyaç duyulmaz mı? Peki ya var olmama? Yani hiçbir ruhsal akrabalık kurmadığın bir alanda yaşama isteği. Kimsenin konuşmadığı bir dili konuşmak, kendi mekanın dahil düşüncenin nesnelerini dahi kendinin yarattığı farklı bir tarzda yaşama biçimi. Bu peki yok olmak mıydı? Hayır tabii ki. Var olmamak ile yok olmak aynı şey değildi. Ve biri var olmamak istiyorsa buna izin verilmeliydi. O da bunu yapıyordu. Bizim hayatımızın kursağına kadar geldiği belli oluyordu. Dudaklarındaki açıklıktan o yaşamı yavaş yavaş bırakıyordu. Belki de yaşamak diyordu ölüm karşısında yaptığımız en büyük ihanetti. Ağzından çıkmasa da gündelik yaşamın esrikliğini anlamış gibi gözlerini toprağa indirip kaldırdığında henüz çökmeye başlamış akşamı ürkütmüştü. Bu sayede bir süre daha apaydınlık sessizlik sürmüştü.