Kapıların sürgüleri çekilir çekilmez başlardı benim hikayem. Durdurulmayı öğrenememiş binbir çeşit düşünceyle güne başlayıp olmayan dert tasaya umut taşımanın yoğunluğuyla uyuyakalma... Nedirin, nedendirin üstüne oldukça durdum. Kafamın içinde adım atmadık, konuşulmadık, susulmadık yer kalmadı. Bu ben miyim, demeyeceğim. Uzun zamandır demeyi kestim. Bir alışkanlığa dönüşen eylemlerin önünü nedir, nasıldırla kesemem. Oluşa izin vermeliyim. Kendini uzun bir sokak lambasına asan adam da bunu derdi. Günün ilk ışığında kendini astığı yerden ışıklar saçacağını bilse de bu, o derdi. Bu güneş, bu sokak lamabası. Devirdim. Günü; dünden kalan, geçen ve bugüne sarkanı. Duydum. Suyu, çiçeği ve hiç olmayan, oldurmayan sesini. Bu bir tam eder mi? Bu tamı tamamlar mı? Soruyu soru olarak sormayalı da epey olmuş. Cevabın olmadığı sorular oldurmakla meşgulken normal bir şeyin cevabını vermeyeli epey olmuş. Durdurdum bunu. Cevabı ve soruyu. Gün başlarken veya biterken. Kendi adımı sordum sadece. Cevap hep açıktı. Cevap hep aynıydı. Söyledim. Günlerce. Kim nedir, kim neyledir diye. Sormadım, söyledim. Adın ağırlığına eş değil bu. Aynı bütünlükte karmaşa da değil. Biliyorum. Biliyorsun. Kapılarda yaşamanın ne olduğunu biliyorum. Bunun gününü, yarınını bilmiyorum. Doğuşa hazırlanmış kusursuzluğu yüzüme çarpmış bir gün gibi hep oradaydı. İstenilip istenilmediğini bilmeyen bir düşünce. Hepimize bir lütuf lazım biliyorum. Olanı olmayanı ayırabilen bir güçte. Sorduğu yönü cevap almadan bulabilen bir sabırsızlıkta. Bunların hepsini biliyorum. Biliyorsun. Günlerce ilkel bir ürpertiyle yarını bekledim. Beklemekle kalmadım. El salladım. Görebilsin, gelebilsin diye. Gelen gelmedi, giden de hiç olmadı. Bu sarsılmaz bir gerçek biliyorum. Sen de biliyorsun. Kim neyi biliyorsa bilsin. Kim kime ne diyorsa desin. Günü istiyorum. Dünden kalanı değil, yarına yakın olanı. Yeni olanı. Benim olanı...