Yağmur yağan bir gecenin sabahı gibiydi gözleri, ıslaklığın kıyısında bir durgunluk ve tenhalık hali sinmişti bakışlarına... Nefesi lodosun son esintisi gibiydi az biraz yorgun bolca hırçın ve nihayetinde bereketli... Sesi annesinden ayrılan kuzularınki gibiydi bir yanıyla yalnız ve korkmuş bir yanıyla meraklı ve özgür... Ruhu eski bir bavul gibiydi ;hem çok görmüş geçirmiş, hem her şeyin son deminde kimsesizliğin eşiğinde. Hâsılı varlığı iki hal arasında. Yokluktan uzak ama yok olmak kıyısında bir haldeydi ve bu hal, ebediydi... Bu hale de her hal gibi bir neden gerekliydi. Bir neden nidası yankılandı derinlerde... Derinler daha da derinleşti ve nedenin nedensizliğinin hüküm sürdüğü bir diyardan cevap geldi...
Varlık, dedi tüm nedenlerin sebebi. Sual bir adım daha ilerledi ve ya varlığın nedeni, dedi. Derinlikler suskunluğa yakın bir fısıltıyla, yokluk dedi...
Varlığın yegâne sebebi, gerçekten yokluk olabilir miydi?
Varlık yoklukla yok oluş arasında sıkışıp kalmış bir andan mı ibaretti?
Ve bu an, acziyetin ta kendisi miydi?
Var olmak aczine düşenlerin inkârının son demi, katıksız bir kibir miydi?
Kibir anı yok edip yokluğu zedeleyebilir, varlığın yokluktan doğan halinin sonu olabilir ve yokluğa varamayan varlık, son bulabilir miydi?