-Ufuk-

Ellinci kattan atlayan adamın hikayesi gibiydi. Yere çakılana kadar “Şimdiye kadar her şey yolunda.” diyemiyordum fakat.Burası soğuk. Hissizliğin tam ortası. Bir film kahramanı gibiyim. Onun gibi dolandım sokaklarda. İnsanları dinledim. Gittiğim her yerde istenmediğimi hissettim. Bu dünyanın atom parçalarıma dahi katlanamadığını… Burası soğuk, aynı hayalini kurduğum ülkeler gibi. Ardımda bıraktığım birkaç düşüm var ve bir çift göz. Tavanda asılı gözler, her gece yatağımda bana eşlik edercesine izlerlerdi beni. Birbirimize bakardık. Ne kadar da aptalsın! Onlar aslında hiç seninle olmadılar. Balmorhea aslında hiç yoktu. Hayalini kurduğum ülkeler de yoktular. Sadece ben vardım. Aslında ben de yoktum. Ben, doğumumdan bu yana ait olduğum yerdeydim.Aslında hastalığım hiç yoktu. İlaçlar koca bir yalandı. Dekaloglar da yalandı. Maaşlar, yüz temizleme jelleri, 14 Şubat hediyeleri, suçlar, doğrular… Gerçek olan tek şey, varlığımın özü olan acılardı. Var olmak, bize verilen en büyük acıydı. Kendimizi bu dünyadan silip acımızı hafifletmek yerine daha da demir atmıştık buraya. Acımızı tazeledik. Arayıp bulmamız gereken daha önemli şeyler varken sürekli olmayanın peşinden koştuk; yalanlar zincirinin. Doğum günü partileri yalandı, bilet kuyrukları da. Shakespeare hiç kimseyi sevmemişti. Yedi Büyük Günah’ı insanlık yaratmıştı ve o da yalandı. Aslında ölmek yoktu; sadece yok olmak vardı. Kanser en büyük yalandı, ilaçlar da öyle. Ülke sınırları diye bir şey yoktu, vatandaşlık ise en büyük aldatmaca. Aşk da yoktu, özlemek çok büyük bir yalandı.


Arabada oturup bunları düşünürken birden telefonum çaldı. Bakmadım. Arabadan indim, Taksim Meydanı’na doğru yürüdüm. Adımlarımı hızlandırdıkça hafiften esen soğuk rüzgar göğüs kafesimi delmeye başladı. Durup önümü ilikledim ve gözüm yaklaşık on beş metre ilerimdeki sevgililere dikildi. Birbirlerini öpüp kokluyorlardı. Ne aptallardı, yakında basit bir sebepten ayrılacaklarını bilmiyorlardı. Bir süre onları izledim. Uzun bir süre bakmış olacaktım ki beni fark ettiler ve bakışlarımdan rahatsız olup başka bir yöne doğru yürümeye başladılar. Yaptığım şeyden utanıp yoluma devam ettim ve meydanın oradaki tekel bayiine girdim, sigaramı istedim. Tekelci, arkasındaki sigara rafına bakmadan alıp uzattı sigaramı. Bu sabah cebime koyduğumdan emin olduğum üç adet beşliği aradım. Bulamadım. Neredeydi? Tüm ceplerimi üç defa kontrol ettim, nafile. Kredi kartımı çıkardım ve tekelciye uzattım. “Elli kuruş fark alıyoruz yalnız,” dedi. Kafamı sallamakla yetindim. Pos cihazında on beş lira elli kuruşu tuşladıktan sonra şifreyi girmem için bana uzattı. Pos cihazının ekranından saatin on bire geldiğini gördüm. Şifremi girdim. “Fişi atabilirsin,” deyip çıktım oradan. Bayiinin önünde sigaramı yakıp bir süre etrafı izledim. Meydandaki o iki sevgili yoklardı. Ama yerine başka çiftler doldurmuştu aynı yerleri. Şimdi gidip hepsini bakışlarımla rahatsız etmek vardı. Birisi bana “Ne bakıyorsun kardeşim?” derse de mesleğimi kendi ufak eğlencem için kötüye kullanırdım. Bu sırada üstü başı kir içinde, saçları yağlanmış, dört çizgili spor ayakkabısının birisinde büyük yırtıklar bulunan otuz yaşlarında bir adam yanaştı yanıma. Kesin para isteyecekti. “Abi, fazla sigaran varsa…” Yüzüne baktım, öyle ki büyük ihtimal gün boyunca hiç sigara içmemişti sanırım. Cebimden çıkartıp bir sigara uzattım, bir sürü teşekkür etti. Hemen iki metre arkasında üstü başı kendisininki gibi olan bir adam daha vardı. O da bana bakıyordu. “Sen de mi istiyorsun?” diye sordum. “Yok abi, ben içmiyorum,” dedi. Benden sigara isteyen adam, diğerinin yanına gitti. Bir şeyler konuşmayabaşladılar. Benden sigara isteyenin diğerine “Lan zaten sabahtan beri ağzıma bir şey koyamadım, darlama beni şimdi bunlarla!” dediğini duydum. Bu arada sabah cebime attığım üç beşliğim geldi aklıma. Doğru ya, evden aceleyle çıkarken parayı cüzdana, kimliklerin olduğu yere sıkıştırmıştım. Çıkardım üç beşliği cüzdandan, o iki evsizin yanına gittim, ikisi de birden bana döndü. Benden sigara isteyene parayı uzatıp “Şu ilerideki simitçiden bize üç beş tane simit ayran alsana,” dedim. Büyük bir şaşkınlıkla aldı elimden parayı. “Eyvallah abi, ne kral adamsın ya!” deyip hızla simitçinin bulunduğu yöne doğru gitti. Diğeriyle baş başa kalmıştım. Yüzünü ekşitip “Abi keşke vermeseydin, geri gelmeyecek,” dedi. “Nereden biliyorsun?” dedim, “Tanıyorum ben o ibneyi,” dedi. Gerçekten de geri gelmedi. Parayı alıp kaçmıştı. “Yazık oldu abi parana, ne gerek vardı?” dedi. Arkamı dönüp arabama doğru tam gidecektim ki “Arkadaşına söyle, çok sevinmesin. Bulurum ben onu,” dedim. Birkaç saniye yüzüme bakıp “Abi sen ne iş yapıyorsun?” dedi. Tam o sırada paltomun iç cebine koyduğum telsizimden anons geldi. Telsizi çıkardığımda anons ikinci kez tekrarlanıyordu; Tarlabaşı’nda, bir inşaatta kadın cesedi bulunmuştu.


-Haydar-

Hayatım birkaç metrekarelik bir alana bağlıydı. Hem de çok uzun zamandır. Burası daima soğuktu. Tıpkı İsviçre’de yaşayan eniştemin anlattığı gibi. Etrafımdaki cips, çikolata, sigara markaları kadar vardım ben. Birilerinin zevklerini karşılamak için vardım. Sefil hayatımın son demlerine gelmiş gibi artık hiçbir şeyi umursamamayı istiyordum. Oysa henüz kırkımdayım. Yapabilecek çok şeyim vardı. Evlenebilirim mesela veya daha sakin bir yere yerleşebilirim. Hatta yıllarca hayalini kurduğum kitabımı yazabilirdim. “Parasal düzenin içinde yıllarca yaşamış bir insanın hayalleri bile yine parayla olabilecek şeylerdir,” diye geçirdim içimden.

Tam bunları düşünürken içeri yan dükkandan Soner geldi. “Haydar abi, benim sigaradan versene,” dedi. Verdim, iki beşlik aldım. Sonra yirmi lira uzatıp iki onluk yapmamı istedi. Kasada kalan son iki onluğu verdim, teşekkür etmeden çıkıp gitti. Hemen ardından içeri kirli sakallı, saçları üç numara, üzerinde siyah bir palto olan otuzlarında bir adam girdi. Sarı filtreli sigarasını istedi. Ardından ceplerini karıştırmaya başladı. Parası mı yoktu acaba? Sigarayı alıp kaçmasın şimdi dedim içimden. Birden içime düşen şüpheyi dindirmeye çalıştım fakat olmadı. Çünkü adam uzun süre kurcaladı ceplerini. Bu para çıkmayacak, belli. “Ayak yapıyor puşt!” derken cüzdanından kredi kartını uzattı, içim rahatladı birden. “Yalnız elli kuruş fark alıyoruz,” dedim, sakince kafasını salladı. Tuşladım pos cihazını, uzattım. Pos cihazına dikkatle baktı şifresini girerken. Sonra fişi istemeyip çıktı dışarı. Adam dikkatimi çekti, farklı bir şeyler vardı onda. Dükkan olmasaydı, peşinden giderdim. Dışarıda bir süre durdu, sigarasını yaktı. Sonra birileriyle konuşmaya başladı ama kiminle konuştuğunu gözüm kesmedi. Kısa bir süre sonra da gözden kayboldu. Saate baktım, on biri üç geçiyordu. Normalde on ikide kapatıyorum dükkanı ama burada daha fazla durmak istemedim. Birkaç dakika içerisinde kapattım dükkanı.


-Şahin-

Taksim Meydanı’nı geçerken midemden beynime çığlık atıp duran açlık çığlıklarını susturamıyordum.Burnuma pişen kestanelerin kokusu gelmişti ve ben çok açtım. Bu kokuları daha fazla almamak için hızla geçmek istedim orayı. O sırada meydanda öpüp koklaşan sevgililere takıldı gözüm. Birbirlerine bir şeyler fısıldayıp gülüşüyorlardı. En son ne zaman birini öpmüştüm? Hatta en son ne zaman birine gülmüştüm? Öpüp koklaşan çiftin yaklaşık on beş metre ilerisinde siyah paltolu, kirli sakallı bir adam öylece durup bu sevgililere dikkatle bakıyordu. Adamın bakışları çok keskindi. Sanki öfke vardı gözlerinde. Acaba kızın abisi mi bu diye geçirdim içimden. Birazdan curcuna kopacak, paltolu adam saldıracak bizim oğlana diye düşünüyordum. Genç sevgililer, paltolu adamı fark ettiler. Garip garip baktılar paltolu adamın suratına. Ardından el ele tutuşup ayrıldılar meydandan. Hayallerim yıkıldı, eğlence falan yoktu bana. Yoluma devam ettim. Tarlabaşı’na doğru yürüdüm; her zamanki ara sokağıma. Mekanıma varmak üzereydim, köşeyi dönerken karşı kaldırımdan genç bir kadının telaşla yürümekte olduğunu gördüm. Neden bu kadar telaşlıydı? Bir şey mi unutmuştu? Fakat yüzündeki korkuyu gördüm. Birilerinden mi kaçıyordu? Seslenip sormak istedim. Fakat ne haddime, birilerinden kaçıyor olsaydı gelip yardım isterdi. Ya beni görmediyse? O zaman peşinden gidip sormalıyım. Eğer ortada benim düşündüğüm gibi bir şey yoksa kesin terslenirdim. Çünkü dış görünüşüm insanlar tarafından terslenilmeye çok müsaitti. Düşüncelerim birden vazgeçirdi beni bu sevdadan, yoluma devam ettim. Mekanıma gelmiştim. Hemen oturdum tuğlanın üzerine, soğuktu. Üşüyen kıçımı sıvazlayıp ısıtmak istedim ama çoktan girmişti ellerim ceplerime. Çıkartırsam onlar da üşürdü. Montumun en üst düğmesi kopuk olduğu için az da olsa açık kalan bağrıma sıcak nefesimi vermeye başladım. Bu uğraşım birkaç dakika sürdü. Bana doğru yaklaşmakta olan ayak sesleri işittim birden. Yoksa o genç kadın mı gelmişti? İkinci defa yanıldım. Gelen kişi Kenan’dı. Sırıtıyordu, yerinde duramıyordu. “Şahin, napıyon lan?” dedi. “Görmüyor musun, oturuyorum öyle,” dedim. Ayağımın dibine tükürdü, sonra gene sırıttı. “Ne lan bu sevinç?” diye sordum. Cebinden üç adet beşlik çıkardı, “Lavuğun tekinden on beş lira kopardım,” dedi. Ayağa kalktım, bu,ilk kez yaptığı bir şey değildi. “Kimden kopardın lan?” dedim, “mahalleden biri mi?” Alaycı bir bakış attı, “Yok lan ne mahallesi, meydanın orada kopardım, tanımıyorum herifi,” dedi. Tam o sırada karanlığın içinde bir silüet belirdi.


-Ufuk-

Olay yerine doğru iniyordum. Adımlarımı hızlandırdım. Aklıma genç kadının cesedini getirdim, kim bilir neler olmuştu o inşaatın içinde. Boğulmuş olabilirdi ya da kafasına sert bir cisimle de vurulmuş olabilirdi. Belki her şeyi kendi yapmıştı. Fazla doz olabilirdi veya zehir… Her şey olası bizim meslekte. Adımlarım o kadar hızlandı ki nefesim kesildi. Adımlarımı kesip duvara dayandım, soluklandım. Ardından kolumu dayadığım sağ elimde yapış yapış bir şeyler hissettim. Elimi hemen çektim ve ne olduğuna baktım. Elime çamur bulaşmıştı. Çamur olduğundan emin olmak için kokladım ve neyse ki yağmurdan ıslanmış toprak duvarın çamuruydu sadece. Doğrulup yoluma devam ettim, köşeyi döndüm hızlıca. Biraz daha ilerledikten sonra yolun sol tarafında, çıkmaz bir sokakta konuşmakta olan iki adamı seçti gözüm. Biraz daha dikkatle baktım. Benden paramı alıp tüyen adamı fark ettim, yanındakini tanıyamadım fakat. “Ceset beş-on dakika daha bekleyebilir,” dedim sessizce kendime. Sonra o iki evsizin olduğu tarafa yöneldim yavaşça. Kandırılmaktan hoşlanmazdım, aptal yerine konmaktan… Artık adamla aramda birkaç metre vardı. Hızlanıp patlattım suratına yumruğu, direkt yere düştü. Kafasını hızla kaldırıp “Kimsin lan piç!” diye bağırdı. Küfrünü tamamlar tamamlamaz karnına bir tekme geçirdim, iyice yığıldı. Ardından tanımadığım arkadaşı çullandı üstüme, onun da karnına bir tekme salladım. Tekmeyi yer yemez yere yığıldı o da. Paramı çalan adam bağırdı yerden “Napıyon lan amına koyduğumun delisi!”


-Haydar-

Evime doğru yürüyordum. Az ilerimde paltolu bir adam fark ettim, adımlarını gittikçe hızlandırıyordu. Dikkatle bakınca anlayabildim kim olduğunu;benim dükkana gelen gizemli adamdı bu. Ben de hızlandırdım adımlarımı. Birden duraksadı, eğilip duvara dayandı. Derin derin nefes aldı saniyelerce. Sonra elini duvardan çekip kokladı. Ardından yoluna aynı hızla devam edip döndü köşeyi. Takibimi bırakmadım, gözden kaçırmak istemiyordum onu. Hızlanıp döndüm köşeyi ben de. Çıkmaz sokakta bir şeyler dikkatini çekmiş olacak ki duraksayıp gözlerini o tarafa dikti. Kısa bir bekleyişten sonra çıkmaz sokağa doğru ilerledi hızlanarak. Ardından bir patırtı koptu, birileri küfürler etmeye başladı.

-Şahin-

Kenan acıyla kıvranıyordu yerde. Bense yediğim tekmeden dolayı karnımı tutuyordum. Orospu çocuğu tam da boşluğuma denk getirdi tekmesini. “Napıyon lan amına koyduğumun delisi!” diye bağırdı Kenan. Paltolu adam hiçbir şey demeden terk etti çıkmaz sokağı. Ayağa kalkmaya çalıştım, adamın arkasından bağırmaya çalıştım fakat sesim çıkmadı. Kusacak gibi oldum yediğim tekmeden. Kussam, su çıkardı ağzımdan sadece. Hiçbir şey yapamayacağımı anladım ve tuğlanın üstüne oturdum. Zorla ısıttığım vücudum buz kesilmişti. Dişlerim titriyordu soğuktan. Karnımın acısı diner gibi oldu ama tekrar şiddetlendi. Ellerimi karnıma koyup acımın geçmesini bekledim.


-Ufuk-

Rahatlamıştım. O şerefsize haddini bildirmiştim. Yanındakine de yazık oldu ama çok sağlam bir tekme yedi benden. Neyse, artık olay yerine gidebilirdim. Umarım çok vakit kaybetmemişimdir. Yaşadığım kısa süreli bu adrenalinli saniyeler beni yormuştu ve karnımda inanılmaz bir acı hissetmeye başlamıştım. Karnımdaki acıya aldırmayıp tekrar inşaattaki olaya odaklandım. Anonsta bildirilen sokağa vardım, inşaat tam da karşımdaydı. Sokakta kimse yoktu. Anlaşılan meraklı komşuların haberi yoktu bu olaydan. Rahatladım, işimizi rahatça yapacaktık. Devriye arabalarını aradı gözüm. Sokakta mavi kırmızı ışıklar dalgalanmıyordu. Neler olduğunu merak edip hızla girdim inşaata. Kimseler yoktu, yukarı kata çıkıp bakındım. Yok. Doğru yerde olduğuma emindim halbuki. Acaba çok mu geç kalmıştım? Sanırım tahminimden daha fazla geç kalmıştım. Aşağı tekrar inip bir kez daha kontrol ettim etrafı. Ardından telefonumu çıkartıp olay yeri incelemeden Oktay’ı aradım. Kısa bir bekleyişten sonra telefonu açtı Oktay. “Neredesiniz Oktay, çok mu geç kaldım? Bulabildiniz mi bir şeyler?” diye sordum. Telefonun ucundaki Oktay öfkeyle karşılık verdi, “He amına koyim bulduk, otopsi yapıyoruz, gel istersen! Ulan ben sana kaç defa beni arama, sil numaramı demedim mi göt!” diye bağırdı ve ardından yüzüme kapattı telefonu. Şaşkına döndüm. O sırada bulunduğum odada bir iki çıtırtı duydum. Arkamı döner dönmez karnıma bir bıçak saplandı. Beynim iki saniyeliğine kilitlendi adeta. Ayaklarımdaki güç birden kesildi ve ben olduğum yere sırt üstü yığıldım. Beni bıçaklayanın kim olduğunu görmeye çalıştım. Az önce dövdüğüm ve paramı alıp kaçan adamdı. Gözlerinde öfke vardı, ağzı ise içindeki mutluluğu ele veriyordu. “Kimsin lan sen?” dedi. Cevap vermedim. “Ne sikime saldırıyorsun oğlum, hayırdır?” dedi, yine cevap vermedim. Ardından adamın her iki yanında birileri belirdi. Sağında, gene az önce dövdüğüm adam vardı. Solunda ise tekelci adam duruyordu. “Yardım edin!” dedim onlara. Beni bıçaklayan adam etrafına baktı, “Burada sana kimse yardım edemez koçum,” dedi. Tekrar yardım istedim. Tekelci heyecan içinde yerde yatan beni izliyordu. Diğeri ise donuk bakışlarla bakıyordu bana, onlar da yoktular. Beni bıçaklayan adam tekrardan hızlıca etrafını tekrar kontrol ettikten sonra yerdeki telefonumu alıp cebine attı. Sırıttı pis pis. Sonra bana doğru eğilip ceplerimi kurcalamaya başladı ve arka cebimdeki cüzdanımı bulup çıkarttı. “Bakalım başka neler var!” deyip paltomun ceplerini de kurcalamaya başladı. Kolumu kaldırıp ona engel olmaya çalıştım fakat fazla güç sarf etmeden indirdi kolumu ve yarım kalan işine devam etti. Paltomun iç cebinden telsizimi çıkardı ve garip garip bir telsize bir de bana baktı. “Bu ne lan?” dedi ve güldü. “Bu ne lan, oyuncak telsizle mi dolaşıyorsun amına koyduğumun delisi!” dedi.


Tam bu anda ben, ölmüyordum, çünkü bu yalandı. Ben yok oluyordum. Wirgina Woolf ile aynı boşlukta süzülecektik. Annem ve babamla karşılaşmayacaktım çünkü onları hiç tanımamıştım ve atomları enerjilerini kaybetmişti. Yalanlardan kurtulmama çok az kalmıştı. Fatura ve vergilerden kurtulacaktım çünkü onlar yalandı. Kablosuz internet şifrelerinden, kontörlerden, sinyallerden kurtulacaktım. Büyük patlama ve evrim teorisi artık benim için bitmişti. Bana göre bizler de evrimleşecektik çünkü evrimleşme bitmemişti. İnsan, şu an olduğu gibi bir canavar değildi ve böyle de kalmayacaktı. Atıldığımız dünyada, savaşarak kendimize bir kimlik bulmuş ve varlığın özden önce geldiğini unutmuştuk. Toplumsal kurallar uydurmaydı. İnsan hiçbir zaman kendine bir sınır koyamazdı.Yetenek diye bir şey yoktu; beyni kullanabilmek vardı. Güzel olmak diye bir şey yoktu; onu biz yarattık. Hiç kimse sevmediği bir meslek grubuna dahil değildi aslında. Fahişeler, fahişe değildi. Hepimiz çıplaktık. Kendimize kıyafetler uydurduk. Bir insan ayakkabısına bile tapabilirdi çünkü inançsız olmak suç sayıldı. Hatta çoğunluğun dışında bir şeylere inanmak en büyük günahtı. Evet, bunu da biz yarattık. Atomlar gerçekti çünkü önceden var olmayan bir şeyin yok olması imkansızdı. Siyasetçiler hiçbir zaman siyaset yapmadı. Kulaklarımız hiçbir zaman kusursuz işitmedi. Beynimiz, duymak istediklerimizi sundu bize. Zamanı kalıplara soktuk ve bundan hiç hoşlanmadı. Bu yüzden sürekli bir yerlere geç kaldık. Fragmanlar sürekli bizi yanılttı. Teknolojiden önce su içmek temel ihtiyacımızdı.