Sahi, nedir bu varoluşçuluk?

Varoluşçular kahvesi – Sarah Bakewell

“Bu bölümde üç kişi kayısı kokteyllerini yudumluyor, daha fazlası geç saatlere kadar oturup özgürlükten bahsediyor ve daha da fazlası hayatlarını değiştirmekle meşgul. Biz de merak ediyoruz neymiş varoluşçuluk.”  (Bakewell, s.1)

Felsefenin teorik soyutlamalardan oluşan dünyası, onu yaşamın kendisiyle bağdaştırmamızı zorlaştırmış; filozofları ulaşılmaz insanlar, tartışmalarını da anlaşılmaz konular olarak kodlamamıza neden olmuştur. Çağdaş felsefecilerden İngiliz Sarah Bakewell, yukarıdaki alıntıladığım keyifli girişiyle, roman tadında yazdığı kitabında felsefeyle yaşam arasındaki sınırı kaldırıp; bizleri yaşamlarımızı değiştirecek olan neyiz, nasıl yaşamalıyız gibi önemli sorular ışığında felsefenin kalbine yaklaştırıyor. Varoluşçuluğun önde gelen filozoflarının, özel yaşamlarını, hayatlarındaki trajik süreçlerini, felsefelerini, düşüncelerinin evrimini, birbirlerinden farklarını ve benzerliklerini ele alıyor.

Ben de bu yazımda, Bakewell’in Varoluşçuluğun teorik yapısıyla ilgili aktardıklarını elimden geldiği kadar içselleştirmeye ama daha çok tarihsel, sosyolojik ve kültürel açıklamalarından yola çıkarak kitapla ilgili fikirlerimi paylaşmaya çalışacağım.

Ortaya çıktığı döneme bakıldığında, varoluşçuluğun bireyin özgürlüğünün ve beraberinde getirdiği sorumluluğun öneminden beslenmesi olağandır. 1930’larda Avrupa’da faşist sistemler yönetimde (Mussolini, Hitler, Stalin, Franco vb.) ve baskın düşünce yeni bir savaş ortamından yanaydı. II. Dünya Savaşı bütün normların altüst edilebileceğini gösterdi. Bu da önceden belirlenmiş insan doğasının sorgulanmasını sağladı. Yeni bir dünya kurarken, politikacıların, filozofların, dini liderlerin kılavuzluğundansa özgür iradenin ve aklın ön plana çıkması varoluşçuluğu besledi.

1940’lardan 1980’lere kadar varoluşçular felsefe alanında kitleleri etkileyen söylemlerde bulundular ve eserler verdiler. 50’lili ve 60’lı yıllarda bütün dünyaya yayılmış; edebiyat, sanat, sinema alanında üretilen pek çok esere ilham kaynağı olmuştur. Varoluşçuluk, feminizm, eşcinsel hakları, sınıfsal bariyerlerin yıkılması, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı mücadeleleri besleyerek bugünkü varoluş anlayışımızı temelden değiştirdi. Rollo May, Irvin Yalom, Victor Frankl gibi psikologlar; Salinger, Orwell, Dostoyevski gibi yazarlar hayatın anlam arayışı üzerine verdikleri eserlerde varoluşçuluğu referans aldılar.

Ancak, 68 Kuşağını besleyen varoluşçuluk; sonrasında gelen filozoflar tarafından fazla insan odaklı, post romantik ve fazla öznel bulunmuştur.

80’lerden itibaren yeni nesil yapısalcılar, postyapısalcılar, yapısökümcüler ve postmodernistler özgürlüğün baş dönmesinden ve varoluşun iç sıkıntısından uzaklaşmışlardır çünkü onlara göre felsefede biyografiye yer yoktur. Kişisel deneyimlere dayalı bir felsefeyi reddedip beşeri bilimlerin amacının insanı eritmek olduğunu belirttiler.

60’lı yıllarda Sartre’ın kendisi ve kuşağı için sağladığı özgürlük anlayışının artık kimsenin ilgilenmediği bir konu olduğunu iddia ettiler. 60’larda elde edilen siyasi haklar sayesinde özgürlük üzerine bir süre konuşulmaya gerek duyulmadı ama yazarımız Bakewell;  günümüzde siyasi yaşam ve bireysel yaşamlarımızdaki özgürlük açısından (göçmenlik, ırkçılık, cinsiyet özgürlüğü vb.) meselenin tekrar tartışılması gerektiğini belirtiyor.

 

Yazar bunları göz önünde bulundurarak, özgürlük üzerine Sartre’ı, örtülü baskı mekanizmaları üzerine Beauvoir’ı, kaygı üzerine Kierkagaard’ı, başkaldırı üzerine Camus’yü, teknoloji üzerine Heidegger’i, bilişsel bilim üzerine Merleau Ponty’yi referans göstermek istemiştir. Bu filozoflardan aldığı ilhamla, varoluşçuluk ve fenomolojiyi hikayenin felsefi ve biyografik boyutlarını birleştirerek incelemek istemiştir.

Bakewell’in en başta özetlediği şekilde bakacak olursak;  Varoluş bilinci beraberinde huzursuzluk, hoşnutsuzluk, isyan ve yabancılaşma hissi getirir. Bireysel ve somut insan varoluşuyla ilgilenen varoluşçular, diğer canlılar ve nesnelerden insani varoluşu ayırırlar. Diğer var olanlar hep ne iseler o olurlar. Ancak insan her an olmayı seçtiği ne ise o olur, bu anlamda özgürdür ve yaptıklarından sorumludur. Bu özgürlük ve sorumluluk beraberinde kaygıyı getirir. Aynı zamanda içine atıldığı dünyadaki fiziksel tarihsel ve sosyal degişkenler ve kendine özgü biyolojik ve psikolojik faktörlere bağlı durumlar özgürlüğünü sınırlandırır. İnsan varoluşu muğlaktır; belirli sınırlara hapsolmasına rağmen aşkın ve heyecan doludur. Fenomenoloji bu karmaşık yapıda insana formül sunmaz, deneyimleri; deneyimin ona kendini sunduğu şekliyle tarif eder.

 

 Varoluş özden önce gelir

“Kendimi dünyaya atılmış bir şekilde bulduktan sonra, kendimin tanımını (doğamı ya da özümü) başka hiçbir nesne ve yaşam formunun yapamayacağı şekilde, kendim oluştururum. Bana bir etiket yapıştırıp beni tanımlayabileceğinizi düşünüyorsanız yanılıyorsunuz çünkü ben her daim yapım aşamasındayım. Bilincimi kazandığım ilk andan ölümün gelip onu yok edişine kadar kendimi eylemlerimle sürekli yeniden yaratırım.” (Bakewell, s.6)

“İnsanı kurtuluşa götüren çizilmiş bir yol yoktur; her insan daima kendi yolunu sürekli kendisi çizmelidir. İnsan yolunu çizmekte özgürdür; çizdiği yoldan hiçbir mazeret olmaksızın sorumludur ve umut tümüyle kendi içindedir.” (Bakewell, s.10)

 Bu sözleriyle Sartre insan olmamın en temel halini betimlemiştir. Benliği oluşturan özgürlüğüdür yaşamın kendisi ve pratiği düşünceden önce gelir.

Birilerinin hayatımızı etkilediğini, ya da kaderden kaçamayacağımızı söylersek; kendi sahiciliğimizden kopup sahte bir varoluş geliştiririz. Hayatımızın kurgusu bize ait; kader ve şans gibi olgulardan ziyade kendimize olan inancımız yolumuzu belirler. Ahlaki yasalar, psikolojik yapı, geçmiş deneyimler ve çevresel faktörler davranışı etkileyebilir ama seçimleri etkilemez. İçinde bulunduğumuz durumlarla ilgili seçimler yaparız. Edimlerimizden sorumluyuz çünkü seçmekte özgürüz.

İnsanın yaşamdaki varlığını bu şekilde tanımlayan Sartre ve Beauvoir için yaşadıkları açık ilişki felsefi bir tercihti. “Özgürlük teorilerini yaşamak istiyorlardı. Burjuva tipi evlilik modelindeki katı cinsiyet rolleri, örtbas edilen sadakatsizlikler, mal mülk ve çocuk sahibi olmaya adanmışlık onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu. Hiç çocukları olmadı, fazla bir eşyaları da. Hiç beraber yaşamadılar. Ancak birbirleriyle olan ilişkileri diğer bütün ilişkilerinden hep daha önce geldi. Ve neredeyse her gün buluşup yan yana çalıştılar.” (Bakewell, s.15)

 

Yaşamın absürtlüğünü, dünyanın nazik kayıtsızlığını kabullenmek

1913’te Cezayir’de yoksul bir aileye doğan Albert Camus çok zor şartlarda büyüdü. 1940’larda Fransa’ya yerleşti. Yazar Sartre ve Camus ’nün büyüme hikayesine şöyle değiniyor:

“Dolasıyla genç burjuva Sartre cüretkar edebi hayallere, Marleau- Ponty ailesinin koşulsuz sevgisinin verdiği mutluluğa ve Beauvoir kitaplarına ve şekerci vitrinlerine sahipken, Camus ’nün dünyası sessizlik ve yokluklarla doluydu.” (Bakewell, s.147)

Camus’un uzun denemesi Sisifos Söylemi, tanrılara kafa tutan kral Sisifos’a atıfta bulunur. Bir kayayı durmadan yuvarlayarak dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılan Sisifos, tam tepeye yaklaştığında kayayı elinden kaçırır ve geri dönüp en baştan başlamak zorunda kalır. Camus, bu denemesinde, insan hayatının da Sisifos’un çabası gibi nafile olduğunu fark ettiğimizde nasıl bir tepki vermeliyiz sorusunu sorar. Ona göre, gündelik hayatın döngüsünde ortaya çıkan problemler bazen bizi hayata dair sorgulamalara itebilir. Verilen cevaplar bireyin varoluşuyla ilgili algısının derinliği ile ilgilidir. Şu an bu hayatta niçin varsın? Buna salt benlik üzerinden cevap verebilenler, varoluşunun da bilincinde olanlardır. Camus de söylemlerimizden çok yaptığımız seçimlerin hayattaki amacımızı yansıttığını söyler. Hayatın anlamının (mana) yok olduğunu fark ettiğimizde ve bunu kabullendiğimizde bir sıçrama yaşayıp, yaşamın devamlılığını sağlamamız gerektiğini belirtir.

Camus’ nün Yabancı adlı kitabı sahilde birini öldürmekle suçlanan Meursault ve onu işlediği suçtan çok duygularını istenilen şekilde ifade edemediği için ya da beklenilen duyguyu göstermediği için yargılayan toplum arasında kurgulanmıştır. Toplum her birimizde farklı şekillerde olabilecek duygu ifadelerine bile müdahale edip tek tipleştirmeye çalışır. Farklılıklara acımasız bir kayıtsızlık gösterir. Vicdan ve özgün yaşam hakkı bireye ait değildir çoğu zaman. Yabancı, Meursault ölümü beklerken biter. Bir yandan korkar diğer yandan da kendini dünyanın kayıtsızlığına bıraktığında sapkın bir teselli bulur.

Bu anlamda Camus, İnsan varoluşunu yaşamın absürtlüğünü, anlamsızlığını kabullenmek üzerine kuran Kierkegaard’dan etkilenmiştir. Ancak, Sartre yaşam biz ona anlam yüklediğimiz sürece var, anlamdan bağımsız olamaz diyor:

“Sartre’a göre, farkındalık kazanmış birey ne kafelerde ne parklarda gözlerini dikip nesnelere kitlenen Roquentin, ne de çit boyayan Tom Sawyervari yapmacık bir neşeyle dağ yamacında kaya yuvarlayan Sisfos’tur. Farkındalığını kazanmış kişi, yaptığı şeyin bir anlam ifade ettiğinden emin olarak bir amaç doğrultusunda harekete geçmiş kişidir. İşte o, gerçekten özgür insandır.” (Bakewell, s.152)

Beauvoir da insan varoluşunun doyum ve durgunluk hali içinde ilerleme kaydedemeyeceğini, yaşam sanatının aşkın bir benlik üzerine kurulması gerektiğini; mücadele etmenin, harekete geçmenin, ve son nefesine kadar evrilmenin hayatı anlamlandıracağını belirtir.

 

Kadın doğulmaz; kadın olunur

Kitapta beni en çok ilgilendiren, içine çeken, ve de tatmin eden bölüm, Biyografik Çalışmalar başlıklı, Simone De Beauvoir’ın yazdığı eserlerin ve onun, varoluşçuluk felsefesinde kadın olmak kavramını tanımlayışının anlatıldığı bölümdü.

Simone De Beauvoir, taşra değerlerinin yoğun hissedildiği, kadınlık ve kibarlıkla ilgili kalıplaşmış normlarla sınırlandırılmış bir sosyal çevrede büyüdü. Hayatı boyunca kendisini çalışmaya adaması, çocuk yapmama kararı, seyahat tutkusu, hayat arkadaşı seçimi hep bu çevreye karşı verdiği mücadelenin bir ifadesiydi.

Beauvoir, felsefi bakış açısıyla; ataerkilliğin tarihi olarak yorumladığı insanlık tarihine ve bir kadının doğumdan ölüme kadar olan evrelerini kapsayan bireysel hayat hikayesine dair manifesto niteliğinde olan kitabı İkinci Cins’i kendi deneyimlerinden ve başka kadınların hikayelerinden esinlenerek yazar. Ama kitap sadece bunlarla sınırlı kalmayıp, çocukluk, bedensellik, yeterlik, eylem, özgürlük, sorumluluk, ve dünya üzerindeki varlığın özne-nesne çelişkisi üzerine fenomonolojik bir incelemeye dönüşür.

 

 Aslında günümüzde hepimizin çok iyi bildiği ama halen devam etmekte olan; erken çocukluk döneminde aile içinde başlayan kadın varoluşundaki farklılıkları; o dönemde bir devrim niteliğinde anlatır Beauvoir. Bir kız çocuğunun edepli ve ölçülü olması beklenirken, erkek çocuklarının saldırgan ve hareketli olması istenir. Masallar cinsiyet eşitsizliği üzerine kuruludur; erkek savaşta ve kahraman, kadınsa çoğu zaman evde ve hizmetkar.

Ergenlik dönemindeki öz farkındalık da cinsellik üzerinden şekillenir. Erkek çocuk penisini çok erken yaşta fark ederken, kadının cinsel organı yokmuş gibi davranılır. Kadının ilk cinsel deneyimi utanç ve acı verici olabilirken, erkeğinki tam bir şölen havasında benliğin ispatı, erkekliğin tasdiklenmesi olabilmektedir. Kadınlar ev dışında etkin, söz sahibi bir özne olamadığı için sanatta, edebiyatta ya da bilimde büyük başarılar elde edememiştir.  

Beauvoir’a göre kadının bizzat kendini aşkın bir özne yerine öteki olarak görme eğilimi Hegel’in efendi köle bakış açısına benzetilebilir. Efendiye her şey kendi bakış açısından normal görünür. Köle de kendini zincire vurarak dünyaya efendisinin bakış açısından bakmaya çalışır. Hatta daha da ileri giderek efendisine özne kendine nesne rolünü biçer. Bakışlar ve perspektifler ilişkiler üzerinde etkin rol oynamaktadır. Kendisine bakanın bakış açısını benimseyen kadın, kendine yabancılaşmış bir perspektiften bakar. Sartre buna, kendini aldatma ya da özbilince yabancılaşma demiştir. Beauvoir kadınların ayna karşısında çok fazla vakit geçirmesini; erkeklerin ve de kadınların, kadını daha tensel, daha erotik, daha seksüel cinsiyet olarak kabul etmesini bu bakış açısıyla açıklamaktadır.

Bireyin yaşamındaki özgürlük ve kısıtlamalar söz konusu olduğunda; seçimler, etkilenimler ve alışkanlıklar bir ömür boyu birikerek dışına çıkılması zor yapılar oluşturur. Sartre buna varoluşun temel tasarısı demiştir. Beauvoir, bunu daha da ileri taşıyarak; bireyin cinsiyetli ve tarihsel bir varlık olarak bu yapı karşısındaki durumuna bakmıştır. Kadınların özgür bireyler olarak bu durumu değiştirebileceğini vurgulamıştır. Yazar bu açıdan ikinci cins kitabını modern zamanlara dair kültürel bir yeniden değerlendirme olarak görmektedir.

 

Bakewell varoluş felsefesiyle tanışmasının ve onun üzerine çalışmaya karar vermesinin 16 yaşında Sartre’ın bulantı kitabını okuması; benliğin yabancılaşması ve varlığın gizemi üzerine kurgulanan bu esere hayran olmasıyla başladığını ifade ediyor. Aldığı felsefe eğitiminden sonra, bu kitabıyla varoluşçuluğu ve önde gelen filozoflarını yeniden keşfettiğini belirtiyor. Zaman zaman zorlansam da varoluş felsefesini ve onu geliştiren filozofların hayat hikayelerini, hayata bakış açılarını keyifle okudum. Çünkü  Bakewell, kitabını sadece felsefe üzerinden yapılandırmamış, 1930 dan 1980 lere kadar olan zaman aralığındaki tarihsel akışta Sartre, Beauvoir, Camus, Heidegger, Husserl ve etraflarındaki diğer sanat ve edebiyat insanlarının birbirleriyle olan ilişkileri, o dönemin kaotik ortamında yaşama ve olaylara bakış açıları üzerinden bir kurgu oluşturmuş. İnsan yaşamının başlı başına bir kriz haline dönüştüğü günümüz dünyasında yönsüz amaçsız ruhlar için varoluşçuların yaşam nedir? Özgürlük nasıl korunur? Hayat nasıl anlamlandırılmalıdır? sorularıyla felsefenin yaşamın özüne indirgediği niteliklerinin çok faydalı olabileceğini düşünüyorum.  Varoluşçular Kahvesi, sonrasında okunacak kitaplar ve izlenecek filmleri yorumlamak için güçlü bir referans olacaktır.

Züleyha Çelik

 

Sarah Bakewell. Varoluşçular Kahvesi Özgürlük Varoluş ve Kayısı Kokteylleri. Domingo yayınevi, 2022