Yaşamak, yaşamak, yaşamak... Yaşanan bir ömür acı, ıstırap, elem dolu. İnsan huzura asla kavuşamıyor. İnsan bir lâhza yaşamdan kıvanç duysa, bir ömür nefret duyuyor. Acının verdiği hiddetli teessür tüm rûhunu sarıyor. İnsan mükedder gözlerle etrafı süzerken bir lahza yaşamın anlamını sorguluyor. Maksadımız ne? Ne arıyoruz bu dünyada? Nedir yaşamamızın asıl gâyesi? Niçin yaratıldık, niçin öldürülüyoruz? Fakat cevap bulamıyor. Bu sorular yumağında boğulurken çıldırmak geliyor insanın içinden. Ruhunu sonsuz bir boşluğa bırakıyor insan. Boşluğun verdiği beyhude saadet bağlamıyor artık hayata. Anlamsız geliyor her şey. Her şey günün birinde yok olacak, ve sonunda insanoğlu ebedi refahı bulacak. Evet, bu bir yanılgı değil. Kişioğlu huzura yok olmak ile kavuşacak. 

Peki, sonu yok olmakla biten bir varoluşun amacı ne olabilir ki?


"Niye yaşamalı? Her şey boş! Yaşamak, havanda su dövmektir; yaşamak kendi kendini yakıp kavurmak ve yine de ısınamamaktır." "Yaşamak acı çekmektir; hayatta kalmak, bu acıda bir anlam bulmaktır." Anlamını keşfedemediği bir yaşamı ve amacını belirlemediği hayatı boşuna yaşamıştır insan. Manasız geçen hayatı ona beyhude acılar yüklemiş, o da acılarıyla mücadele ede ede hayatının sonuna kadar gelmiştir.

"İnsan da yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur; ama yine de yaşamak gerekir." der Camus. Fakat insan, varoluşunun bir saçmalık olduğunu kavradığında nasıl keyif alabilir hayattan? Huzura kavuşmak için sonunda bu saçmalığı sonlandırmak istemez mi? 


Yolda yürürken bir anda araba çarpabilir, evde uyurken bir anda deprem olabilir, seyehat ederken aracınız kaza yapabilir ve hatta bir şeyler yerken boğazınıza bir şey kaçarak sizi öldürebilir... Varoluşumuz resmen bir pamuk ipliğine bağlı gibi. Canlı ya da cansız varlıkların genel bir varoluş amacı belliyken insanın neden genel bir amacı yoktur? İnsan dünyaya herhangi bir varoluş amacı olmadan gelmiştir. İnsan dünyaya geldikten sonra kendi mevcudiyetini anlamlandırır. Tıpkı Sartre'nin dediği gibi: "İnsan ilk önce varolur, ortaya çıkar, sahnede görünür ve ancak ondan sonra kendisini tanımlar." İnsan kendi yaptığı seçimlerle kendisini tanımlar ve özünü yaratır. Dünya korkunç, gürültülü, merhametsiz ve beyhude bir yerdir. İşte dünyanın bu bulantılı halinden kendimizi müdafaa etmemiz için bireysel varoluşumuzu tamamlamak gerekir. Bir hayvan veya bitki varoluşunu daha anlamlı kılamaz, ancak insan bunu gerçekleştirebilir.

 

Varolduğumuzun farkında olduğumuz için yok olmak ve ölmek bizleri korkutabilir. Yok olmak ve bir daha hiç var olmamak... Ne dehşet bir şey değil mi? İşte insanlar yok olmanın verdiği dehşet verici tezâhüre kapıldığı an, öte dünyayı icat etmiştir. Varolmanın kudretli arzusu ve yaşamanın verdiği dayanılmaz hissiyat, bir ömür daha ıstırap çekmeyi göze aldırmıştır insana. Fakat sonu olmayan bir yaşam da anlamsız olurdu. Üşengeç bir canlı olan insanı harekete geçiren, düşündüren ve muvaffak eden onun fâni oluşu, bir gün yok olacak olmasıdır. Ölüm olmasaydı kaybolurduk. Bizi yüceliğe ulaşmaya sevk eden, ölümün yaşanma ihtimâlidir. Şurası bir gerçek ki: "Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümdür yalnız." İnsan yaşamı da böyledir. Varoluşumuz sürekli devam etseydi bir süre sonra sıkıcı ve katlanılmaz bir acıya dönüşürdü. Ebedî bir yaşam çekilmez ve katlanılmaz bir hâl alırdı. Bir noktadan sonra varlığımıza son vermek isterdik kendi ellerimizle. Ne kadar acı içinde boğulursak boğulalım, sonunda bu acılardan kalıcı olarak kurtulacağımızı ve bu katı yürekli dünyaya vedâ edeceğimizi bilmek, içimizi rahatlatıyor. Ne zor olurdu ölümsüz bir ruha ve sonsuz bir bedene tahâmmül edebimek!