bir şubat günü, kapında biteceğim.

şitâ girecek kapından içeri, seni bitireceğim.

kimseyken

paltomu senin omuzlarına bırakmaya utanacak haldeyken

bir şubat günü, kapında biteceğim.


toprağa karışmış sevgili,

kaç sene olmuş ben öleli?


çekip gittiğin kapı aralığından ölüm sızar, bileklerimi sızlatır. gözlerinde sancılarına eşlik ettiğim bir çocuk, ayrılıklarını biriktirdim açtığım çukurlarda. günebakan tarlası, bir avuç stargazer soğanı. hepsi bıçak dolu ağzımda filizlenir, sevgili, tanrını yutuyorum.


“niçin?” diye soruyorsun ürkekçe, solukların, gözlerin, dudakların titriyor. sevgilimin, celladıyım.


“gitmem gerek.”


senden gitmem gerek.


paramparçayken, kapıların örtülü iken, tebessümünde ayrılıklar konaklarken, bana geldin sevgilim. ben kaçmanı arzuladıkça, sen incilerimi koynuna doladın. kimsesizler gibi, derdi validem saçlarım için, kimsesiz kaldım sokak başlarında, duvarlara yaslanarak yürür oldum, sesim artık hırıltılı, ciğerlerimi ben çürüttüm. bu dünyada, çürütmekten başkasını bilemez oldum.


“bir şubat günü, kapında biteceğim, iki kuruş param olmadan, paltomu senin omuzlarına bırakmaya utanacak haldeyken, sen henüz beni çukurlarına gömmemişken. geleceğim sevgili, senin mûzdarip kollarına, tanrı benden güneş’i alacak olsa dahi, geleceğim. çölümün yegâne serçesi, vatanım diz kapaklarında, bundan gayrı şu toprak karası gözlerinden nereye giderim?”


başımı bacaklarına yasladım, saçlarımı okşadın usul usul, incilerim ıslattı kumaş pantolonunu, dört yaşında gözlerini göremedim, meftunluğum gözlerinden gelirdi; tebessümün ölüm misaliydi, ellerini tuttum, sıkıca.


ben aşkı bilemedim, cananım. korkum buydu, anlasana beni. kin ve öfke ile kirlenmiş bu yüreğimde, senin tohumlar ekmen benim en büyük korkumdu. çirkinliğimi görmen, çökük omuzlarımı sevmenden korkuyordum. seni sevmek, kaybetmekti. kıyametim oldun, kendimi, seni yitirdim. pencere başlarında, hep seni bekledim. birkaç serçe besledim, sızladı bileklerim. usul usul, seni, kendimi yitirdim.