Kamburum sırtımda nereye gidiyorum böyle,

Kamburumda bıçak izi

Tazecik yara

Çatlayan göğüs kafesi

Yarım soluklar

Hissizlik hissi

Işıklar kadar yorgun

Bir gün batımı kadar kasvetli

Ve telaşlı

Sineye vuran esinti

Bağrın yanması

Tabutumun tahtasının ağacına çiselenen rahmet

Tez büyü tez, diye haykırmaktan alıkoyamadığım lâl dilim.


Çok zaman oldu hiçbir acının beni öldüremeyeceğini anlayalı, herkesten önce ben yakmıştım canımı, ben şifa diye basmıştım yarama o tuzu, ben öldürmüştüm kendimi, ilk ben bırakmıştım bir gülü koklamayı, koklamam ümidiyle gelen güller ziyandır artık. Çünkü güller, bahçesine; ben ise toprağa lâyığım, beden toprağa, ruh göğe, insan ölüme, binlerce kez ölüme, yaşadığını sanarak ölüme, kamburundan yara alarak ölüme, hüzne, kedere, kırılmaya, mutluluğa lâyık. Evet işte, insan, ölmek kadar yaşamaya lâyık, göklerde uçarken bazen, bazen gökten olmadık yere çakılmaya lâyık ve damarlarında kan gezinirken inceden ve pompalarken kalp, yaşar insan. 


Yaşamak, hep dinlediğin içi yanmış bir kaset, bilirsin mevcut notaları, duyarsın sessizce, kim bilir, ezbere bile bilirsin, senden gayrısı sağırdır o kasete.

İşte ben acımı bir türküdür tutturmuşum dilime, aynalara karşı söylüyorum nağmelerle. 

Yaşamak, toy olanlara ve koparılmayan güllere güzeldir, benim içimde vaveylalar kulağımı çınlatmakta ne fena. 


Ruhuma ve kendime bir hayat yakıştıramadım, hepsi bu.