Adın Hürriyet ama sen esir kalmışsın demiştin. Bir şey değil ki bu. Bak Tanrı'ya, bizi yarattığına pişman oldu çoktan. Bizi izleyip meleklerine olan oldu artık diyordu, olan oldu. Tanrı'yı bu hâle düşürdüğümüz için türümden utandığım günlerde gelip bana saçma sapan sorular soruyorsun. Babam öldüğünde neden bir baş sağlığı dilemedin demiştin, hatırlıyor musun? Baş sağlığı dilemedim çünkü sen benim için otobüsteki tanımadığım bir kişi gibisin. Otobüsteki adamlardan herhangi biri babası öldüğü için telefonda ağlasa gidip başınız sağ olsun der miydim, demezdim elbette, sen de onlardan birisin işte. Bu söylediğim seni tatmin etmedi tabii ki. Ya benden nefret ediyorsun ya da hâlâ biraz da olsa seviyorsun dedin. Hayır dedim, hayır. Seni ne seviyorum ne de senden nefret ediyorum. Bu kadar zamandan, anıdan sonra hiç mi bir şey hissetmiyorsun dedin. Evet dedim sana, hiçbir şey hissetmiyorum. Anlayabilmen için şöyle anlatayım sana:

Berbat bir ülkede yaşayan aşık olmuş beş tane genç delikanlıyı düşün. İçki içmek için şehrin dışında bir piknik alanında ateş yakmışlar; içki, sigara paraları zor denkleşmiş, birisi babasından arabayı çalmış ve ucuz kamp sandalyelerini ormanlık yere kurmuşlar. Hava soğuk olduğu için ağaçlardan düşmüş çalı çırpıyı koymuşlar, sonra da çakmakla tutuşturmuşlar. Türküler söyleyip ülkenin ahvalinden bahsedip sevdikleri kızları anlatıp ağlayıp durmuşlar. O ateş tüm sohbet boyunca ısıtmış onları. Sonra gitme vakti gelince bir kova suyla söndürmüşler ateşi. Ateşin üstüne suyu dökünce ateş tüm yakıcılığını kaybeder, su da buharlaşıp uçar. Ne ateş yakabilir artık ne su serinletebilir. Sen benim için öylesin artık. Ne senden nefret ediyorum ne seni seviyorum. Ateş ve su gibi. Ateşten geriye kalan küller sudan geriye kalan boş bir kova. Sen de benim için öylesin. Ne yakarsın artık ne serinletirsin. Beni bırak artık. Hayatı bırakır gibi bırak. Hani her şey berbat giderken umurunda olmaz ya... Ne olacaksa olsun dersin, bırakırsın her şeyi, sonra orta yolda gider olaylar. Öyle bırak. Ya da Nazım'ın dediği gibi: "Yaşamak, yani ağır bastığından." Ben artık yaşamak istiyorum. Geçmişi unutmak, geleceğe umutla bakmak. Başka çaremiz yok. Umut bize bırakılmış son yıldız. O sönene kadar ona bakacağım ve mutlu olacağıma inanacağım. Tanrı'ya üzülüyorum sadece bazen. Bizi yaratırken bunları hesaba katmadı elbette hiç. Şeytan da aynı şekilde. Tanrı'ya gelip af istedi. Ben cehennemi insan ırkı kadar hak etmiyorum dedi, haklıydı. Adem'e de Muhammed'e de secde edeceğim. Beni insanlarla aynı cehenneme atma dedi. Şeytan daha masum bizden, özür dilemeyi biliyor, erdemi biliyor en azından.

Tabii bunları ben uydurmuş olabilirim ama yine de şeytan benim için her zaman senden daha saf bir karakter.

Sen de kendinden af dile ve beni bırak artık. Ateşi düşün suyu. Koca evrendeki yalnızlığımızı düşün. Mitolojiyi düşün, Helen'i düşün, Zeus'u... Bence sen de Zeus'sun kendi çapında. Ama ben seni lanetleyen bir Helen değilim. Ben Umay'ım ağzı bozuk aşk mektupları yazan. Ya da hikayeler anlatan Xani'yim. Sana da hikayeler anlatabilirdim ömrümüzün sonuna kadar. Onun kadar ustalıkla anlatamazdım elbette ama uzun kış gecelerini geçirmemize yardımcı olurdu. Bu aralar Ah Muhsin Ünlü'yle tanışmak gibi hayallerim var bir de. Ama üzgünüm, o hayallerimin içinde sen yoksun. Onunla sohbet ederken bir de seninle mi uğraşacağım?

"Zaten kırılmış bir kızım, dövülmüş bir av."