Kaldırımların, sokakların ve kirlenmiş duvarların arasından geçiyorum, durumlar mekanlar ve cebimdeki hayallerin karmaşık dokusu sarmalıyor bedenimi ama donuk ifademde ne düşündüğümü anlayamayacağım bir uyuşukluk söz konusu. Merpem’in her sabah açtığı fırının şimdi karanlığa hapis kalmış, işçilerin beklediği servis durağının orada uyuklayan köpekler kalabalık bir tarlada dikilen korkulukları anımsatıyor. Kent meydanında beni rahatsız eden bir boşluk var ama bu boşluğun günün kızıllığının gece karanlığıyla düşlenmesinden mi yoksa göğsümün tam orta yerinde şişmesinden mi kaynaklandığını kestiremiyorum. Bir şeylerin canımı sıktığını biliyorum ama kafam o kadar dağılmış ki içimle şehrin birleştiğini, yürüdüğüm yolların kendi kaburga kemiklerimden döşendiğini söyleseler inanacağım. 


Adımlarım sakin, kimsenin olmadığı sokaklarda ilerleyen bir hayaletin anısı gibiyim, yürüyor, yürüyor ve yürüyorum; Büyük Annenin Aslandan Tacı beni selamlıyor; fildişinden heykelin oylumlu çehresinde açan karanfillere bakıyorum. Detayların zarafeti, sıcak renklerle aydınlanan sokak lambasının altında seçilebiliyor. Sol yanağım ve sol yanım acıyor ama yüzüme çarpan soğuk, tenimi zihnimin buklelerini aratmayacak şekilde uyuşturuyor. Ellerim üşüyor fakat içimden ceplerime uzanasım hiç gelmiyor. Sadece cennetin haram kıldığı ruhumu kurtarmaya gelmiş bir melek gibi karşımda dikilen kadın figürüne bakıyorum bir süre; dudakları neşeyle kıvrılmış, içten bir bakış cansız gözlerinin donukluğuna rağmen çocuk kahkahaları taşıyor. Bu heykeli her kim yaptıysa gerçekten ustaymış diyorum sadece, zaten beni duyacak kimse olmadığı için sesimi sömüren boşluk tam içimde büyüyen bir kozmosu anımsatıyor. Sanki kainatın minyatür bir kopyası büyüyecek, büyüyecek ve benden başka kimse kalmayana dek her şeyi yutacak. Biraz komik geliyor aslında zira normal bir günde bunları hissetmeyi geçtim, düşünecek biri bile değilken şimdi aklım karmakarışık; bir noktada düşündüklerime yetişemeyeceğimden kuşkulanıyorum.


Topuklarım üzerinde dönüyorum, Büyük Annenin Aslandan Tacı heykelinin arkasında yol çatallanarak ikiye ayrılıyor; Knedz Koyu'na inmek istemediğim gibi patikanın yukarısını takip ederek terk edilmiş yerleşkenin ölü arsasında dolaşmayı da planlamıyorum ve gerisin geri geldiğim yöne doğru ilerlerken saçlarımı usul usul öpen kristal bir rüzgar esiyor. Yabancısı olduğum coğrafyanın bir süre sonra tanımaya başladığım imgeleri, tabelaları ve işaretleri gıcırdıyor. Meydana geldiğimde bakışlarım ister istemez sola kayıyor, silik sokak lambaları karartılı figürleri aydınlatmaya çalışırken saatçi dükkanının cam vitrininde dönen onlarca çarkın arasından dokuzun on üçüncü dakikasını seçebiliyorum. Son trene kırk yedi dakika kalmış. 


Buna benzeyen eski meydanlarla antik kentler arasında taban tabana zıt bir benzerlik olduğunu söyleyenler olur, zamanı bugün ve dün olarak bölmüş yaşlılar konuşur, birçoğu dünde nefes alır zaten ve konuştukça bugünü şekillendireceğine inanan cümleleri medeniyetin beşiğine kapı tutmuş nice kültürü kendi küçük cam küresinin içinde hapsetmeye çalışır gibi yaşadığı kentin meydanlarında aramaktan vazgeçmez. Bilemiyorum, belki insanlığın en iyi olduğu haline özlemlerinden ya da hiç eksik hissetmediklerini düşündükleri halde en ilkel eksikliklerini bu izdüşümsel benzerlikle kapatmaya çalıştıklarından olabilir bu arayış; sebebi her ne olursa olsun soldan sapıp köhne bir sokaktaki misafirhaneye giderken eski ile geçmişin anısı olan öğeler arasında bağlantı kurabilecek kadar bir yere ait hissedebileceğimi düşünmüyorum. 


Artık düşünmüyorum.


Kuzeydeki birçok ülkenin, kültürün ve etnik toplulukların arasında, üç büyük şehrin yakasındaki küçük bir nokta gibi kalan bu ufak kıyı kasabasına geldiğim günden beri yaşadıklarım, misafirhane ile meydan arasındaki doksan sekiz adımlık mesafede gözlerimin önünde, resmedilen bir tablonun kum tanelerinde yanarak şeffaflaşması gibi can buluyor. İlk kez aşık olduğum kişiye sarıldığımda yaslandığımız elektrik direği sağımda duruyor. Az ileride beraber tüm gece yürüdüğümüz zaman oturduğumuz kaldırım, misafirhane ile meydan arasındaki gölgelerde ayaklarıma tuttuğu fenerin ışıklarını gözlerim arıyor fakat şimdi, parmak uçlarımda sadece ağır, sancılı bir karanlık var. Yetmişinci adımda duruyorum, artık engelleyemediği bir tufandan vazgeçen bir tanrının cehenneme devrilmesi, bir imparatorluğun ortadan kalkması gibi aklımda her şeyi yıkmak isteyen sesler çınlıyor. Anımsadıklarım, boşlukta kaybolmuyor ve yanağımdaki yumruğun üzerimde bıraktığı o korkunç gönül ağrısıyla duraksıyorum. Aklımdan binbir düşünce geçip gidiyor ve tam da tahmin ettiğim gibi bir yerden sonra ben bile takip edemez oluyorum. Yirmi-otuz adımda beni karşılayacak misafirhaneye bakıyorum, bakışlarım omuzlarımın gerisinden elektrik direğine kayıyor ve derin bir nefes almadan evvel soluklanıyorum.


Gözlerimi açtığımda kararım net: Gitmem lazım. Buradan en kısa zamanda gitmem lazım; hiçbir şeyi düşünmeden, bakmadan, dönmeden, varlığımın hayaletini dahi geride bırakarak; bana ait her şeyi o misafirhanenin dört duvarında terk ederek bir hiç olmam lazım. Biraz uç bir düşünce olduğunun farkındayım, gerçekliğin buna uyum sağlamayacağını da tahmin ediyorum. Bu yolun sonunda muhtemelen beş parasız kalacağım ama her şeyin yıkıldığını düşünürken kırmızı ellerimden tutacak kimse yoksa bu olan bitenin umurumda olmadığını söylemek artık bana zor gelmiyor. Göğsümün arkasında kaburgalarım sızlıyor. Olup bitenlerden sonra bir çemberin başını ve sonunu bulamayacağımı anladım. Bu döngüyü kırmanın bir yolunu bulamıyorum. Öğretilmiş ve öğrenilmiş bir çaresizlik, reddetmem gerekenleri kabul ettiğim ve kabul etmem gereken her şeyi reddettiğim için suçların hepsi benim üzerime yıkılıyor ve bir kez daha geriye döndüğümde, bu sefer her şeyi arkamda bırakmak istiyorum.


Son trenin kalkmasına yarım saat var, on dokuz dakikada tren istasyonuna varıyorum, plastik ve metalden kaynaşmış kapıyı ittiğimde talaş, kömür metal ve yabancı topraklara giden hayatın kokusu yüzüme çarpıyor. Bilet gişesindeki adamın beni tanıdığını anlıyorum, gözlerinin altındaki engerekli yorgunluğa rağmen bakışları parlıyor; işte benim diyor tüm bedenim. Benim tüm o karmaşayı çıkaran haram sevişmeleri ve duyguları sakin kasabanızda ortaya çıkaran. “Titiana’ya tek yön.” diyorum. Neden orayı dediğim hakkında hiçbir fikrim yok, haritada en uzak noktada orayı görüyorum. Bana bir şey demiyor. Koyduğum banknotları avcunun içinde alıyor ve gözlerim gişeden geçmeden önce duvardaki aynada takılıyor.


Yüzüm bana yabancı geliyor, sanki aynanın yüzeyinden bana bakan bambaşka bir varlıkmış gibi, sanki başka birinin yüzünü taşıyormuş gibi. Sol yanağımda ve gözümdeki morluk, çürüklerle ifademin kararmasına neden olmuş, dudağımın yarılmış kısmından kan sızıyor ama o kadar üşümüşüm ki paralanmış tenimin acısını anlamıyorum. Zaten canımı acıtan tenim değil. Canımı yakanın ne olduğuna karar veremiyorum ama ismin yankılanıyor. İsmini dudaklarımda çağırmak veya duymak bile istemiyorum.


Yaşadıklarımı tek bilette bırakıp kondüktöre teslim ederken bu kadar fevri davranmak beni korkutuyor ama biliyorum. Geceyi, gündüzü, sabahı ve akşamı kovalayan zamanın bizim için doğru olmadığını anlıyorum. Yansımamla bakışıyorum, tren gıcırtıyla ve uğultuyla hareket ediyor; hareketin içinde yansımam benimle birleşiyor. Özümün dağıldığını düşünmek beni teselli ederken gözlerimi kapatıyorum. Çünkü biliyorum, bizim yürüdüğümüz yol vedaların kaçmazında çoğalan dar sokaklardan biriydi ve tepemizdeki yıldızlar aslında hiçbir zaman güzel değildi.



Ufak bir yazar notu: Dilerim, gönlünüzde biraz olsun karakterimizin duygularını misafir edebildiğiniz bir çalışma olmuştur. Bu öyküde farklı din, etnik, cinsiyet, cinsel yönelim öğelerini kendinizle özdeşleştirebilmeniz için olabildiğince nötr bir hikaye yazmaya çalıştım. Eğer bu konuda başarılı olabilmiş ve tamamen tanıdık ama bir o kadar da tarafsız bir düzen kurabilmişsem ne mutlu bana.