İzzet abi geldi çay bahçesine. Günay olan. Adlı adınca söyleyelim şunu: İzzet Günay bugün Şule’yi görmeye geldi.


Doksan dört yazındayız. Daha ilk gün söylemişti. Bir gün demişti, “Vesikalı Yarim”le İzzet’i buluşturacağım.”


Dayımın tamirhanesinde tanıştık Şule’yle. Fiyakalı bastonu bir elinde, diğer eliyle kapıyı yoklayıp dalıverdi tamirhaneden içeri. “Merhaba beyler” dedi “sizde kullanılmayan televizyon var mı?”


Dayım önce anlamadı. “Kızım” dedi, “biz sadece televizyon tamir ediyoruz. Çalışan alet yok.” Şule: “Çalışanların bana faydası yok zaten babalık, mortayı çekmişlerden lazım bana. Görüntü bana gerekmez değil mi? Eski, çalışmayan ne varsa ondan istiyorum. Kaç tane vardır?”


Seslerden iki kişi olduğumuzu anlamıştı. Gençliğimi ve heyecanımı da. Kabul edilebilir bir heyecan... Öyle ya, insan hergün rastlamaz sinema karakterlerine gerçek hayatta.


“Ee delikanlı, bence bu kör kadının bir iskemleye sığışmasına yardım edersin.”


Tabii dedim, kekeme hallerimle. Dayım hurda niyetine beklettiği televizyonlara bakmak için depoya yollanırken ben Türkan Şoray namzetiyle başbaşa kaldım. Oturup İki eliyle bastonunu dayandı: “Limonata bulunur mu buralarda? Bence bana bir şey ikram edersin canikom.” 


“Elbette” deyip hemen bir limonata söyledim. Şule, güleç tavrıyla:


- Babalığı korkutmadık inşallah. Normalde böyle konuşmam, benimkisi dalgacılık.

-Sen? Sen çekindin mi benden?

-Rica ederim, sadece biraz…

-Biraz ne?

-Biraz şaşırtıcı bir tavrınız var. 

-Şaşırma be delikanlı. Şule ben. Ben de böyleyim işte. Kör ve dalgacı. 

-Estağfurullah. 

-Estağfurullahı yok. Açık açık körüm, gizliden de dalgacıyım işte. 

-Ne iş yaparsınız? 

-Esnafım, çay bahçem var. 


Çantasından bir kart çıkarıp boşluğa uzattı. Kartı kapıp tam bu esnada gelen limonatayı Şule’nin avuçlarına bıraktım. “Vesikalı Yarim Çay Bahçesi, müessesemiz aile doludur, veledlerinizle geliniz. Kuşburnu ve Limonata. Akşamları Açık Hava Sİneması” 


-Siz mi işletiyorsunuz burayı?

-Amma çattık be…İstersen hayatımı da anlatayım.. Nasıl düştüğümü de anlatayım mı?


Bir kahkaha bıraktı tamirhanenin yağlı atmosferine. Bu sefer ben de katıldım kahkahalara. 


-Vesikalı Yarim’den bir replik değil mi?

-Evet, biliyorsun. Sen de bizdensin demek. Burada mı çalışıyorsun?

-Edebiyat öğrencisiyim, son sınıf. Burası dayımın, ben de ona yardım ediyorum yazları. 

-Anlayabildin mi bu televizyonların dilini? Ay ben çözemeden kör oldum. Senin bir şeyler yazıp çizmen gerekmiyor mu bakayım?

-Yazıyorum, dergilere yazı gönderiyorum ara ara. 

-Memnun oldum küçük bey. Ben artık demir alayım. Dayı bey ölü televizyon bulursa bir zahmet benim mekana getiriverirsin değil mi? Kartım sende, geç kalma. İşte bu da hurdaların ederi. 


Cebinden yuvarlanıp bir lastik marifetiyle sıkıştırılmış bir miktar parayı çıkarıp masaya koydu.


-Fakat ne yapacaksınız ki çalışmayan televizyonları? 

-Onu da gelince görürsün. Veletsiz ve paralı gel. Verdiğim parayı geri kazanmam lazım değil mi?


Kahkahalarıyla ve el yordamıyla ayrıldı tamirhaneden Şule ve bastonu.


Birkaç saat içinde ben, emektar pikap araba ve üç adet hurda televizyon Balat’taki adreste idik. Geniş bahçede bir Emel Sayın şarkısıyla karşılandım. Şule elinde bir sulama bidonu, bodur ağaçları ile ilgileniyordu. Duvarlar eski film afişleriyle, avlu sıra sıra küçümen ağaçlarla doluydu. Ölü televizyonların ne işe yaradığı anlaşılmıştı. İnsanların gözünde ölmüş olan bu büyük kutular Şule’nin bahçesinde saksı olup içinde ağaçlar büyütüyordu.


Her ne kadar bastonundan yardım alarak ağır aksak da yürüse televizyon-saksıların arasında,  bu bahçenin Şule’nin elinden çıktığı, her bir köşenin Şule’nin hakimiyetinde olduğu belliydi. Sesimi alır almaz çalışanlarına seslenip limonatamı hazırlattı. Birazdan yanıma gelip daha ilk cümlede  “Bence benimle bir röportaj yaparsın canikom. Ben hazırım” deyip bir ses kayıt cihazı koyuverdi masaya. Harika fikirdi.


Böylece hemen o gün çok beğenilen o röportajın ses kaydını almış olduk:


- Gözlerinizi nasıl kaybettiniz?

- Ay kaybetmedim şekerim. Buracıktalar. Ama görmüyorlar ayrı mesele. Ben şimdi köpekleri çok severim, sizlerden iyi olmasınlar. Birgün balkondan iki tane zibidinin benim Kontes’ime -kendileri son göz ağrım olurlar- zulmettiklerini gördüm. Bağırdım tabii “Hey keresteler, sokak hayvanlarına selam vermek adam olmaya çeyrek var demektir. (Sadri babaya selam olsun) Sizden umudu keselim mi?!” Bunlar edepsiz edepsiz karşılık verince bir miktar bulaşıklı suyu kafalarından boca ettim tabi. Sonra tıfıl olan gururuna yedirememiş olacak ki sen bir hırsla yukarı çık, benim evin kapısını kır, balkona kadar gelip beni itekle. ben çürük balkon demirleriyle birlikte balkondan sokağa düşer düşmez dünyam karardı.  Doktorlar kafa travması sonrası körlük dediler, ben kaderin sillesi diyorum. 


- Vesikalı Yarim? Bir çay bahçesi işletiyorsunuz. Biraz Vesikalı Yarim’in hikayesinden bahseder misiniz?

- Elbette. Görüşümü kaybedince babadan kalma bu yere tutundum ben. Şimdi kuzum, bir insan kör olunca, yani artık bir şey göremeyecekse hemen hafızasına sarılır. Neyse ki bizim belli bir yaşa kadar görmüşlüğümüz vardı. Dedim ki kendi kendime, ne görmüştüm ben bu dünyada? İzzet Günay gördüm, Türkan Şoray gördüm. Sadri Alışık, Fatma Girik… Sonra kuşburnular, sonra limon ağaçları…Sonra gülen insanlar gördüm sokakta pazarda… Sonra açık hava sineması… Hepsini birleştirince işte canikom, oldu sana “Vesikalı Yarim Çay Bahçesi”. Ben insanlar hatırlasın istedim bir şeyleri. Şu hınzır televizyonlar evlere hapsetti herkesi. İnsanlar birbirini görsün istedim. Ya da birlikte aynı yere baksınlar… Açık göğün altında bir Hülya Koçyiğit filmine mesela. 


- Siz hiç göremeyecek olsanız bile?

- Öyle tabii. Ben sadece görmeyi size bıraktım kuzucum. Burnum koku alıyor, kulaklarım duyuyor, ellerim hissediyor, kalbim atıyor. Bak şu limon ağaçlarımda biten limonların ham yeşilini görüyor musun? Ben görmüyorum. Ama her gün dokunuyorum o yeşillere, o sarılara; ellerimle görüyorum bir nevi. Dokusunu içiyorum adeta zihnime. Sana reçellerimden bahsetmedim değil mi? Şu gördüğün kuşburnu ağaçları reçellerimin annesidir. Dikenlerinden korkmadan tek tek sağarım kuşburnu tanelerini ağaçlarımdan. Öyle olduğu için de benim reçeller bir başkadır. Ben demiyorum ha, öyle kibirli görünmek istemem. İnsanların demesi.  


- Müşterilerinize iki seçenek sunuyorsunuz değil mi? Soğuk limonata, sıcak kuşburnu.

- Doğrudur. Ben ayran gönüllü insan da sevmem müşteri de. Her şeyi denemek zorunda değiliz değil mi? Nerde kaldı bizim hiç bitmeyen aşk hikayelerimiz? Neden kalbimiz bir yuvaya sığınmaz da orda burda dolanır durur. Ben aşkla yetiştiriyorum limonlarımı, kuşburnularımı. E Rize’de olsak çay da yetiştiririm. Ama neye dokunuyorsam onu sunuyorum müşterime.  Sırasıyla dizilmiş kırmızılar ve sarılar… Bir tadına varsa sevmese de sever insan kuşburnuyu-limonatayı. Bak bu gördüğün limonlardan esans yapıyorum ben. O mis kokuyu bulmak için kaç ay uğraştım biliyor musun bu görmez gözlerimle? Benim saksılarımdan, benim ağaçlarımdan kaynayıp içime doğru akan o koku.. 


- Peki şahsi hayatınızda bahseder misiniz? Eşiniz, nişanlınız oldu mu?

- Ah kuzum, ben kimseleri öyle beğenmem, kimseye görücü de olamıyorum, gözler malum. (Gülüyor) Bir İzzet vardı, Türkan’cığımı çok üzdü ama olsun hala hayranıyım onun. İzzet Günay ayol. Vesikalı yarim işte. Kimbilir belki röportajımızı bir yerde okur da ziyarete gelir ha? Çekeceği var elimden ama bence gelecek canikom. 


Röportaj iki hafta içinde ünlü bir dergide yayınlandı. Böylece bir miktar şöhret ettik Şule’yi ve çay bahçesini. İzleyen günlerde Şule heyecanla anlattı bahçeye gelen sinema oyuncularını. Tarık Akan bile gelmiş. Ama dedi Şule, “benim gözüm İzzet’te, nerde kaldı bu hergele?”


Yazdığım dergiden aldığım telefonla tahminimiz doğrulanmıştı. İzzet abi bu çağrıya daha fazla kayıtsız kalamazdı. Birlikte gittik Vesikalı Yarim’e. Şule misafinin sesini duyar duymaz ilk kez bıraktı elinden bastonunu. Sese doğru akıp sarmaladı İzzet Günay’ı. 


“Ah İzzet’im, saadetimize bir mâni olmadığını biliyordum.”


Sonra, şöyle bir geri çekilip saçlarına, yüzüne dokundu İzzet abinin:


“Aman Tanrım, görüyorum görüyorum!”


Bol gülüşmeler, ince iç çekmelerle geçen hususi saatlerden sonra limon esansı ve kuşburnu reçeli dolu kese kağıtları kollarımızda, evlerimize doğru yola koyulduk.