Yaşamak biraz garip bir olgu şu günlerde, tarifleyemediğim, tariflemeye çalışanların türlü tariflerine maruz kaldığım, içinden sıyrılmaya çalıştığım bir şey. Sanki yaşamak bir fanus, ben içinde sıkışıp kalmış bir japon balığıyım ve güçsüz kuyruğumla zıplamaya çalışıyorum fanustan dışarı. Fanusun dışında hayat yok, fakat başka akvaryumlar, denizler, nehirler, okyanuslar mevcut. Hissediyorum.
Cioran'ın kitabını okudukça daha çok ne kadar çürümüş ve kokuşmuş olduğumu fark ediyorum. Tam olarak bir insan olduğumu, insan olmayı kabullenememiş bir varlık olduğumu görüyorum. Sonrasında şanslı sayıyorum kendimi, en azından çürümüş olduğumu göremeyecek kadar kör olmadığım için. Belki de, bazı insanlar, iyi insanlar, çürümemişlerdir hala ya da o kadar işe yaramazlardır ki, hayatlarında bir kez olsun düşünmemişlerdir. Bilemiyorum. Hayata, iyilerin tarafından baktığımda iyi, kötülerin tarafından baktığımda bir anda kötü oluveriyorum. Dünyanın ve evrenin geçmişine, hangi taraftan bakarsam, o tarafta buluyorum kendimi. Gerçek hangisinde, tam olarak hangi noktada ayak basmam gerek dünyaya bilemiyorum.
İki buçuk, üç film izledim bu gece. Tarkovsky'nin Kurban'ına artık devam etmemeye karar verdim. Eğer Tarkovsky filmlerini çarpı iki hızda izlediğimi öğrenseydi napardı bilemiyorum. Daha fazla ayıp etmek istemedim kendisine. Son şans vereceğim filmi, Mirror olacak ilerleyen günlerde, son olarak da Nostalghia. Tarkovsky serüvenimi tamamlamış bulunacağım böylelikle bir süre.
New York'un Bütün Vermeerleri filmini de yarıda bıraktım. İzleyesim gelmedi. Sanat galerilerinde gezilen sekanslar güzel olabilirdi fakat içime sinmedi.
Üç Renk üçlemesinin yarıda kalan Beyaz'ını ve sonuncu film Kırmızı'yı izledim. Kieslowski'nin bu üçlemesini yerinde ve nitelikli buldum kendimce. Filmlerin birbirlerine gönderme yaptıkları nüanslara gülümsedim. Sanırım sıralamam Kırmızı, Mavi, Beyaz şeklinde olurdu. Mavi ve Kırmızı yarışabilir belki Mavi'deki başrolü daha çok sevmemden ötürü fakat Kırmızı'daki senaryo daha çok içine aldı beni ve daha yaşamdan geldi bana. Sonu fazla filmsel olsa da. Düşünüyorum mesela, Valentine'in iyimserliği, iyi biri yapar onu. Üç filmdir kamburu çıkmış kadına sonunda yardım eden kişi o oldu. İçi çürümüş yargıcın iyiliğini yeniden gün yüzüne çıkaran da kendisiydi. Valentine olsaydım, nasıl olurdu dünyam acaba? Fakat ben Valentine'in güzelliği, iyimserliği, yaşama sevinci ve sadakatinden ziyade, son olarak izlediğim Hayatını Yaşamak (vivre sa vie)'taki Nana'nın ruhunu taşıyorum içimde.
Neyi başaramıyorum insanlarla olan ilişkilerimde diye soruyorum kendime. Şimdiye kadar, birçok erkek tanıdım. Bilerek yaptım bunu. Erkeklerin kimyasını çözmek istedim kendimce. Tezer'in erkeği tanımak için birçok erkek tanımak gerek lafına kandım belki de. Ne zaman ben sınırlarımı kaldırmadan gittim birine, çok değerli oldum, istenilen oldum, merak edilen, heyecan duyulan, arzulanan oldum. Ne zamansa ben adım atmaya cesaret ettim, korkup kaçılan oldum, sevilen ama istenmeyen oldum, harika ama başkası için denilen oldum, böyle olmasını istemezdim ama böyle oldu lafını en çok işiten, bir anda terk edilen oldum. Bu yüzden her zamanki düşüncemde haklıymışım. Erkekler, hiçbir zaman tüm saflığınla kabul edemez seni. Sen nasılsan, seni öyle kabul edemezler. Onlar senin nasıl olmanı istiyorlarsa öyle olmanı isterler. Ama bunu isterlerken aynı zamanda sana tam olarak sahip olmak istemezler. Erkekler heyecanı, kovalamacayı sever. Huzuru sevdiğini iddia eden, sakince yaşamayı düşünen erkekler bile.
Çok yanlış çıkarımlar yapıyorum belki. Sonuç olarak aramızda bir tutku olmadığına inandığım için terk ettiğim erkekler oldu. Onlar da heyecanlıydılar, genç aşıklardı fakat heyecanları dizginlenebilirdi. Bir cümleyle dünyaları başlarına yıkılıyorsa bu onları fazlasıyla güçsüz yapardı. Erkekler kendilerinden güçlü, kendilerinden daha derin duyguları olan, kendilerinden daha karmaşık kadınları istemezler. Erkekler kadınların onlardan daha karmaşık olduğunu kabul ederler, fakat onlar için istenilen kontrollü, elde tutulabilir bir karmaşıklıktır.
Çoğu kadın belki de asla karmaşık değildir dünyada. Özellikle de bu çağda. Şimdi burada, ekşi yazarı erkeklere dönüşmek istemiyorum fakat, sevmiyorum kadınları. Entelektüel seviyesi olanları da, olmayanları da. Kadın gözüyle bakıldığında sevmiyorum kadınları. İçimde bir yön var, sanki, dünyadaki tek kadın kendisiymiş gibi davranmak istiyor. Çok garip, cinsel içgüdüler mi belirler benim sınırlarımı, kurduğum fanteziler mi? Yoksa cinsellik insan doğasında hayvani bir yöndür diyerek sınırlayabilir miyiz onu? Beni tam olarak tanımlayan şey nedir? Yazdıklarım mı, düşüncelerim mi, kıyafetlerim mi, kilom mu, boyum mu, ten rengim mi, en sevdiğim filmler mi, en sevdiğim yazarlar mı? Ne tanımlar beni tam olarak da beni var kılar? Ya da var olmak için illa tanımlara mı ihtiyacım vardır?
"Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da, özünü kendine sakla."
Böyle başlıyor film. Böyle başlayıp on iki sahne ile devam edip Nana'nın ölümüyle sona eriyor. Ben de kendimi çoğu zaman, tam olarak fin yazmadan önceki sahnedeki gibi hissediyorum. Filmin adı hayatını yaşamak ama başrol sonunda ölüyor. A Bout de Souffle'ın sonu da böyle dramatikti. Godard bazı şeyleri dramatikleştirmeyi seviyor sanırım.
Montaigne özümü kendime saklamamı söylüyor, sorun şu ki, ya benim özüm yok, ya da ben özümü öyle bir yere saklamışım ki kendim bile bulamıyorum. Sorun değil fakat tabak tabaktır, erkek erkektir, hayat yine hayattır. Özüm de illa ki oralarda bir yerlerde vardır ve özdür benim için. Çok özlü iksire dönüşse ben olmak, eminim tadı leş gibi olurdu.
Bugün üzüldüm yine biraz ve gözyaşlarım yer çekimiyle yanaklarıma paralel akarak düştü çarşafa. Üzüldüm, çünkü bazı insanlar yüzleşmeyi bilmiyorlar onları korkutan şeylerle. Üzüldüm, çünkü insanların yalanlarına kanmakta benden daha başarılı bir kimse yok dünyada. Üzüldüm, çünkü pişman oldum. Üzüldüm, çünkü hayattayım. Üzüldüm, çünkü benim filmimin sonu da asfalta yüzüstü düşerek, son nefesimi leş bir şekilde vererek bitecek. Fin yazacak sonra. Mutlu olmayanından. Ama önemli değil, artık bu fanusun içinde, fanusta benden başka balık var mı, fanusta nasıl süsler var gibi sorular sorarak yaşamıyorum. Yalnızca asılı kalıyorum işte suyun içinde, hayat bir şekilde yaşamama sebep oluyor ve ben yaşıyorum, bir boşlukta sallanıyormuşum gibi.