Yolda kendi kendine düşünüyordu bütün bunları, bütün olanı ve biteni. Dinlediği piyano parçaları da artık hislendirmemeye başlamıştı onu.
Ne yapsa eski topun peşinden koşamıyor, saklambaç oynarken ağaca tırmandığındaki o zevki bir daha tadamıyordu.
Sahiden de büyüklerin dedikleri gibi insan yalnızca ve en çok çocukken mi mutlu olurdu?
Mutlu olmak istemeden mutlu olurdu çocuklar. Büyüdükçe işlerin tam tersine dönmesine rağmen.
Yaşlar alındıkça, bedene ve ruha yükler, yeni olaylar, içinden çıkılmayan düşünceler binmeye başladıkça çıkamıyor muydu insan işin içinden? Veya çıkamayacak mıydı hiçbir zaman?
Böyle mi gidecekti her şey? Mutluluk denen durmak bilmeyen, kimseyi beklemeyen o topun peşinde susayarak koşarak mı ölecekti tüm tanıdıklar, tüm dostlar, tüm arkadaşlar?
Bir sonu yok muydu bütün bu kargaşanın, en mükemmelini aramanın, kendi düşüncelerinin yüzünden kendine engelleyemediğin bir nefret bahşetmenin?
Bir şeyler değiştirilebilir miydi içimizdeki. Mesela kim olduğumuz, neler hakkında uyumadan önce düşündüğümüz?
Aklımız başımızda mıydı ki bir şeyleri deliler gibi isterken, dünyayı isteklerimiz etrafında döndürürken, başımız dönerken. Top oynamak uğruna deli gibi susarken ama su içmek istemezken, aklımız başımızda mıydı ki bir saklambaç uğruna bir ağacın en ucuna çıkarken. Veya şimdi aklımız başımızda mı ki ağaçların tepelerine çıkmazken, olduğumuz yerde durup sanki tüm hayatı keşfetmişçesine tembelleşmek o saçma ritüellere konu olacak mezarımızı oluştururken aklımız çok mu başımızda?
Düşünceler vardı ademin aklında ardı arkası tren vagonu gibi kesilmeyen. Bazen öyle hissediyordu ki, kendi bir karınca, düşünceleriyse sonsuz işçinin oluşturduğu sonsuz materyal taşıyan ve sonsuz vagondan oluşan bir yük vagonuydu düşünceleri. Hayatı boyunca izlese de sonuna ulaşamayacağı devasa Kütle.
Ayağı takıldı kaldırıma. Ayağı takılınca birden geldi aklına bütün bunların bir kez yaşanacağı, bir daha hiç böyle düşünmeyecek, bu duyguların içlerinde bulunmayacaktı hayatı boyunca. Belki farklı tarzda ama benzer düşüncelere sahip olacaktı, yine de bu sokakta bu vakitte yine bu hızda yürürken değil. Bitmişti o an. Her şey geçmişti. Her şey geçmişti ama hayat bitmemişti ne de olsa. Düşüncelerden ibaret miydi insan. Düşündükçe mi varolurdu insan? Neydi insanı var eden?
Neydi peki bu değer arayışı, kendine bir değer biçme isteği bu kadar?
Çıkardı kulaklığını etrafı dinledi, bir şeyler bulmak istiyordu, bir şeyler keşfetmek istiyordu ki daha önce hiç keşfetmediği, hiç görmediği bir şeyler olsundu, öyle şeyler olsundu ki onu kendinden geçirsin, onu oynatsın onu dans ettirsin onu daha hak etmeden cennete göndersindi. Biraz bakındı ağaçlara, yapraklarına. Olabildiğince romantik olmaya çalıştı. Oldu da. Ama işe yaramadı sandığı gibi. Her şey yine her şeydi. Ağaçlar, memur babalar gibi köklerini yaymış hareketsiz etrafı dikizliyor, yolda geçen iki çocuklu Aynur teyze yeni doğmuş çocuğuna hata yapmaması için öğütler veriyor, iki kaldırım taşına kale direği sorumluluğu vererek sokağın ortasına koyan çocuklar eğlenmek için top oynayarak bağırışıyorlardı. Hepsi bundan ibaretti. Olmadı. Aradan biraz zaman ve birkaç adım geçince de olmadığını kabullendi, her şeyi farklı tatmanın olağan olmadığını. Elinde tuttuğu kulaklığını tekrar takarak özür dilemeden yarıda böldüğü piyano parçasına yüzsüzce geri döndü.
Yıllardır hayatı bir çukurdaydı. dokunulan gitar tellerinin ulaşamadığı, annesinin sesinin o kadar canlı gelmediği, yeni pişmiş nohutun sıcaklığını kaybettiği bir çukurdu bu. Tırmanmak için tırnaklarının arasına topraklar girmemişti belki de. Hatta o kadar ümitsizdi ki şimdiden, dışarıdan bakan biri belki de bulunduğu bu çukurdan keyif aldığını bile söyleyebilirdi. Düşünceleri hep keder ve ateş dolu, bir ananenin talepsiz sarılışından bir hayli uzak samimilikteydi. Sahi, kendine düşman olan bir insan nasıl olur da dolmuşçuya para verirken ne yapası gerektiğini bilebilirdi. Aslında çözümü de yok değildi, tekrar etmek. Başkalarının harekelerini, gördüklerini tekrar ederek rahatça yaşamaya çalışmak. İşte buydu onun bulduğu çözüm. Oldukça da kısa vadeliydi.
Çoğu şey onu strese sokuyordu, genç ellerini sıktırıyor, sıkılan ellerinin avuç içlerini iğrendirircesine terletiyor. Onu zulümden çıkarmak için hiçbir şey yapılıyordu.
Yanağında bir soğukluk hissetti. Aldırmadı. Sonra ensesinde, sonra elinde. Küçük soğukçuklar dokunuyordu vücuduna. Tepkisiz kalamadı bu dokunuşlara, gözlerini kaldırıp öylesine bir baktı havaya. Kar başlamıştı. Belki okulların tatil olmasını isteyen o milyonlarca çocuğun beklediği kardı bu.
Geri eğdi kafasını, bu sefer yerde görmeye başladı kendi gibi savrulan kar tanelerini. İğrenerek bakmaya çalıştı önce. ‘’İğreniyorum ulan sizden, küçük, aptal, neyin ne olduğunu bilmeden bu dünyaya hevesle atlayan küçük aptal şeyler sizi’’. İğrendiği falan yoktu aslına bakarsanız kar tanelerinden. İğrendiği tek şey kendiydi.
Kedisiyle beraber tuttuğu evine girmeden kar bastırmış, tipiye dönüşmüştü bile. Kapıyı zar zor açıp kapının yanında duran takvimden bir yaprağı daha çöpe attı. 2 ocak 2024. Gün daha bitmemişti Belki ama hevesini almıştı bile o. Yaşanacak daha bir şey kalmamış, yorulmuştu bile. Giymediği halde ayaklarının üşüdüğü terliklerini düzeltirken düşünüyordu bunları.
Sabah evden çıkarken kapattığı kaloriferleri açmak için peteğin yanına yavaşça yöneldi. Gençti, lakin genç olmasına rağmen yaşlıca hareket ediyordu.
Kombiyi açmadan bir şey yapmalıydı. Hemen kombiyi açası gelmemişti besbelli. Mutfağın sonunda duran kombinin yolunda belki halledebileceği başka işleri de olabilir diye durup düşündü.
Pikaba yeni bir plak koymalıydı.
Pikaba plağı koydu. Şimdi kombiye yürürken Dirk Maassen’in Muse adlı parçasını dinliyor, bir yandan da bir taşla iki kuş vurduğuna seviniyordu. Ama bu sevinci içindendi. Dışından sevineceği kadar büyük bir iş olmadığını düşünüyordu çünkü. Toplanması gereken bulaşıklarına şöyle bir baktı. Bulaşıklar da ona baktı. Bakışma bittiğinde sıkılmıştı. Bakışmayı da sıkıldığı için bitirmişti zaten. İçeri geçip kanepeye uzansam dedi. İçinden.
Kanepeye giderken salonun kapısının yanında duran ahizenin çaldığını işitti. kim olabilirdi ki onu arayan?
Her olayda gerilen elleriyle bıyıklarını sıvazlarken, telefonu açıp açmamakta tereddüt etti. Durdu. Duraksadı. telefonun, zaten ezberinde olan beş ritimlik çalma düzenini ilk defa duyuyormuş gibi dinledi. Elini karnından çekip, annesini kaybetmişçesine çaresiz bir sesle haykırmakta olan telefona yöneltti. Ama durdu. Eli havada kaldı. Ne diyecekti? Nasıl açacaktı o telefonu? Adem evde yok mu deseydi? belki Adem öldü bile diyebilirdi. Hayır! Tanıyor muydu ki karşıdaki onun sesini? anlar mıydı zaten kendisinin de bir adem olduğunu? Bütün bunlar düşünce mahzenide izinsizce dolanırken…Telefon sustu.
Telefon, annesini bulmaktan ümidini kaybetmiş bir çocuk gibiydi şimdi. büyük bir suskunluk içinde oturuyordu masanın kendine ayrılan bölümünde.
Telefon susunca içinde hem dağlardan taşarak gelen bir nefret, hem de babasıyla av yaparken, bir dereye ayaklarını sokan çocuğunki gibi susturamadığı bir neşe vardı. Telefonu kendisi kapatmadığı içindi bu sevinç. Kaderinin gidişatına dokunmadığını, her şeyin akışa dahil olduğunu düşündürdürmüştü çünkü onu telefonun kendi kendine susması. Ardından karşı geldi bu duyguya. Bu sevinç duygusuna. Manasız geldi bi anda. Sevinmemeliydi bu duruma, üzülmeli ve yalnızca nefret etmeliydi kendine. Acımalıydı bir tek. Dağlar kadar, belki daha fazla.
Daha baştan beri kanepesine oturmak istese de oturamadan başladı içindeki kavga, şiddetlendikçe şiddetlendi, harlandıkça harlandı hayatındaki her detayı hatırladıkça. Bir yandan da bu kavgaların neden olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Sahi,
Nedendi tüm bu kavgalar, hırçınlıklar, delice yakarmalar. Nedir tüm bu kargaşanın kaynağı, nedir birini üzen şeyin üzme sebebi, onu sinirlendiren, onu ağlatan şeyin? Nereden doğar ki tüm bu kaos, doğan her ademoğlunu kanlı ellerine alır. Nedir ki bu yaşamak isteği, bir çocuğun gece sarılarak yattığı oyuncağı gibi sonsuzca tutmak ister onu ellerinde insan. Bir an bile gevşetmeden ellerini.
ve nedir ki bu boşalma isteği, adem her yerde kova arar durur. Başka bir adem olur dinler, kalem olur yazar, kağıt olup mürekkebe boyun eğer. acımamak mı gerekir kağıda? mürekkeptir çekecek kaderi diye.
İnançsızlıktı besbelli tüm yanlışların sebebi. Çocukluğundan beri öğrendiği buydu çünkü bizim ademin. İnançsızlık, kızgınlığı ve nefreti de beraberinde getirirdi annesiyle parka giden çocuk misali. İnançlı olması lazımdı ademin belki de. İnançlı. Çok inançlı. Her şeye karşı inançlı olmalıydı adem. doğru olup olmadığını bilmediği, belkide hiç bilinemeyecek şeylere bile yürekten inanmalıydı adem. böyle mutlu olunurdu nasıl olsa. Ama ortada düşünmediği, hesaba katmadığı bir şey vardı ademin. Hem de çok mühim bir şey. İnanmanın bir seçim olmadığıydı bu. İnanmayı seçmek istiyordu adem. Ölesiye inanmayı. Öldükten sonra dahi öylece inancıyla kalmayı istiyordu. Çocukluğundan beri inançlı biri olduğunu ve ona doğru bilgiler adı altında öğretilen şeylerin doğru olduğunu sanmıştı. Mutluydu çocuk adem. Ateşi bulmadan önce. Ama bir gün geldi, Ateşi buldu adem. Ateşi buldu ve yaktığı ilk şey doğru olduğunu düşündüğü şeylere karşı sarsılmaz güveni oldu. Değdirdi acımasızca yaktığı ateşi tenine. Büyük yaralar açtı kendi doğrularında.
ateş yakıyordu, güvensizdi çok hareket ediyordu. Fırtınada nereye savrulacağı öngörülemeyen bir ağaç dalı gibiydi bu ateş. Ateş bilinmezlik demekti. Ateş yerle bir etmekti. Ateş, inançsızlık demekti. Hayatına ateş giren herkes gibi hayatı soğumuştu ademin de. Isıtacağı vaadini verse de soğutuyordu insanların hayatlarını bu ateş. Acımasızdı, itaat etmiyor, gözünün yaşına bakmıyordu ateş. Sorular soruyor, baş ağrıtıyor, güvensizlik salgılıyordu ve metabolizması ümitsizlikle çalışıyordu. Boğuyordu ademi; sokakta yürürken. Arkadaşlarıyla konuşurken, yağmuru dinlemeye çalışırken.